25 Ocak 2014 Cumartesi

Biz Büyüdük ve Kirlendi Roma


Adına Yakışır Bir Başyapıt

Sinema sanatından umudu kestiğimde ya da kendi beğenimi sorguladığım zamanlarda öyle bir film çıkageliyor ki şaşakalıyorum. İki yıl kadar önce çok büyük beklentilere kapılmadan izlediğim Almodovar harikası İçinde Yaşadığım Deri de benzer hisleri yaşatmıştı, film beni tahmin etmediğim ölçüde aldı götürdü, yönetmenin yaratıcı zekası, öykü anlatma kabiliyetinden çok etkilenmiştim (Almodovar'dan öncesinde pek haz etmiyordum). Bugün de benzer bir hisse kapıldım hatta bu hissin o zamankinden birazcık daha güçlü olduğunu bile söyleyebilirim. Paolo Sorrentino'nun La Grande Bellezza / Muhteşem Güzellik filmi yönetmenin filmografisinin yüksek ihtimalle en iyisi olacak gibi duruyor. Fellini, Rosellini, hatta Antonioni gibi yönetmenlerin ruhu yıllar sonra sanki geri geliyor, hani o büyük İtalyan sineması nerede diyenlere, işte burada! diyor film. Yönetmenin çok sevdiği oyuncusu Toni Servillo 65 yaşında Jep Gambardella adında yazarlık hayatı yarıda kalmış bir adamı canlandırıyor. Bu yarım kalmışlıkta belki içine düştüğü  lüks hayat, biraz da umutsuzluğun sonucu eğlenceye özellikle partilere düşkünlüğü de büyük rol oynuyor (Baudelaire'in bahşettiği flaneur-dandy/lion'un güncel bir versiyonunu andırıyor). Yazar film boyunca partilerden, burjuva arkadaş toplantılarına, oradan evine sonra yine sokağa çıkıp, duruyor. Bunları yaparken Roma'nın yozlaşmışlığıyla, sinemaya her daim yakışmış muhteşem güzelliği büyük bir tezat oluşturuyor. Zaten film de tezatlar üzerine. En başta aşka ve onu kaybedişe, hayata ve ölüme, gençliğe ve ihtiyarlığa...Peter Bradshaw'ın deyişiyle filmin diğer bir ismi olsa La Grande Tristezza (Muhteşem Umutsuzluk) olması bile mümkün. Film 21.yüzyıl sinemasından; hala sınırları içerisinde olduğumuz 'modern yaşam'a dair fırça darbeleri hatta eleştiri olarak da okunabilir. Hem bu çağa ait olup hem de bu çağdan kaçmak için yanıp tutuşmanın kadim çelişkisi. Nasıl ki Baudelaire'in dandizmi burjuvazinin pragmatik ve sığ zevkleri karşısında artık yeni çağa ait olmayan aristokrasinin zarafetini yüceltiyor ama ona geri dönemeyeceği için bu çağa özgü yıkılması güç bir aristokrasi inşa etmek istiyorsa Jep de sanki onu arıyor ve onu beklendiği şekilde köklerinde yani geçmişinde buluyor.
Filmin bir yerinde Jep bir kadınla yatakta yatar ve ''seks yapmamak güzeldi'' der, kadınsa ''birbirini sevmek güzeldi''. Aşkın seksten ibaret olmadığı, aşksızlıktan ötürü seksin de ne kadar kirlendiği dile geliyor, Jep'in bir arkadaşının partide dans eden kadına sürekli ''becericem seni'' demesini göz önüne alırsak haklılık payı yüksek. Bunun gibi düşünülesi diyaloglar, film boyunca birçok edebiyatçıdan alıntılar (Celine, Dostoyevski, Flaubert, Proust, Breton...), arkadaşlara dokundurmalar birbirini izliyor. Filmde net cevaplar verilmiyor, Jep'i genç iken çok sevmesine rağmen terkeden aşkı Elisa'nın onu neden terk ettiğini ve daha birçok şeyi öğrenemiyoruz. Aslında gerek de yok, hayatta ne kadarını öğrenebiliyoruz ki. Sınırları keskin şekilde çizilmiş şeyler anlatma derdinde değil film. Flaubert'in romanda yapmak istediği gibi 'hiçbirşey'in filmini yapmaya kalkıyor yönetmen, hiçbirşey üzerine bir film çekiyor, tıpkı hayat gibi. Son yıllarda birçok filmde farklı biçimlerde de olsa kendini gösterdiğini farkettiğim geçmişe duyulan özlem (Artist, Paris'te Gece Yarısı, Hugo, adı bile düpedüz Geçmiş olan Farhadi filmi ilk aklıma gelenler) fazlaca dikkat çekiyor. Geçmiş; hafızamızın ötesinde bir daha yaşanmayacak olansa, filmin aslında hiçbirşey üzerine çekildiği de doğrulanıyor bir bakıma. Alain Badiou sinemanın 7.sanat olarak anılmasının nedeninin diğer 6 sanattan sonra gelmesi değil, onları bünyesinde barındırabilmesi olduğunu söylerdi. Muhteşem Güzellik bu sözün de ne kadar haklı olduğunun filmi gibi bir yandan. Edebiyat dışında dans, tiyatro, mimari, heykel ve elbette ki resim ve müzik ile yoğruluyor ama Siegfried Kracauer'in bir zamanlar dediği gibi sinema, başka sanatlar ile izleyici arasında aracılık yapmıyor, aksine hepsini kendi bünyesinde eritiyor. Aklımızdan vurduğu gibi, bence daha da fazla kalbimizden vuruyor. Roma kenti adeta Toni Servillo'nun çok başarılı oyunculuğunun önüne geçmeye çabalıyor, zaman zaman da başarıyor... Son sahnede yazar onu uzun yıllar önce terk eden sevgilisiyle ilk kez yakınlaştığı kayalığa 47 yıl sonra gittiğindeyse yönetmen Resnais'vari çarpıcı bir final ile 2.5 saate yaklaşan bu filme yıllarca unutulmayacak bir nokta koyuyor. Roma kentiyse muhteşem güzelliğini sunmaya bir süre daha devam ediyor. Tüm umutsuzluklar yarım kalmış bir aşkın hatırasının canlanmasıyla yazarına 40 yıl sonra yeni bir roman kazandıracağını muştularken yazarın romanı çıkar, çıkmaz bilemem ama en azından yönetmenine çok büyük bir film kazandırdığı ortada. Teşekkürler Sorrentino! 
Yıldız:* * * * *

Zannımca Cannes'ın Steven Spielberg öncülüğündeki jürisi böyle bir filme hiçbir ödül vermeyerek tarihe geçmiştir, bir benzeri fiyaskoya 1994'de Clint Eastwood öncülüğündeki jüri Kieslowski'nin Rouge / Kırmızı filmini ödülsüz göndererek imza atmıştı. O günden bu yana bu denli ıskalanan ikinci film Muhteşem Güzellik oldu diye düşünüyorum.
Filmde İmdb verisine göre 25 farklı soundtrack parçası çeşitli yerlerde devreye giriyor, en dikkatimi çekenlerden birini de paylaşmak istedim. http://www.youtube.com/watch?v=EWZ0IloskZs

11 Ocak 2014 Cumartesi

Timsah Gözyaşları Bunlar...


Hollywood hegemonyasının karşısında durmaya çalışan sinemalara kısaca ulusal sinemalar deniyor. Bu hegemonyanın karşısında durmak da kolay değil, bugüne kadar bu işi en iyi becerenin Fransa sineması olduğu konusunda çoğunluk hemfikir, ondan sonra da belki İtalya'nın bahsi geçer. Yalnız son 10 yıla baktığımızda Avrupa'dan bu hegemonyanın karşısına dikilmiş bir Romanya sineması gerçeği var. Sinemanın ne kadar hayatın içinden gelirse o denli değerli olduğuna inandıran, Yeni-Gerçekçilik ruhunu 21.yüzyıla taşıyan, tutarlı anlatım dilleriyle sanki hepsi aynı yönetmenin elinden çıkmış hissi veren bir sinema bu. İşte o sinemadan gelen son bir örnek: Pozitia Copulului (Çocuk Pozu). Diğer filmler gibi iki rejim (Komünizm ve Kapitalizm) arasındaki yaşanan dönüşümleri hemen her yerde her zaman yaşanabilecek bir hikaye üzerinden anlatıyor. Annesinden tam olarak kopamayan 30'larındaki bir adamın bir trafik kazasında bir çocuğu öldürmesi sonucu yaşadıkları anlatılıyor. Filmin bir yandan kendi toplumuna bakarken diğer yandan evrensel değerleri yakalayabilmesiyle önemsendiğini düşünüyorum. Annesinin oğluna karşı kurduğu rahatsız edici şefkat bir yanda dursun. Rüşvet, yolsuzluk, üst sınıf kibri, etik, vicdan... hepsi film boyunca derine inilmese bile masaya yatırılıyor. Ana-oğul ilişkisiyle, toplumsal bir yarayı (bireysel olanla sosyolojik olanı) bütünleştirmiş gibi görünüyor. Yalnız ikisine de yeterince değinemiyor gibi bir görüntü çıkıyor. Film aslında sınıfsal olarak ayrışan bir toplumda yukarıda olanların timsah göz yaşlarına tanık ediyor bizleri (anne sayesinde). Bir açıdan İranlı Bir Ayrılık ile de benzerlikleri bulunan film hafif tonlu adli gerilim filmi gibi akıyor. Annenin ve sistemin hukuku rahatlıkla çiğneyebileceği, gerekirse her türlü işbirliğine gidebileceğini gözler önüne seriyor. Annenin oğlunun sevgilisiyle cüretkar sohbeti ve kazada ölen çocuğun ailesinin evinde kendilerinin ne kadar iyi insanlar olduklarını anlatma çabası heyecan veren sahneler olsa da, film aslında çok da yeni bir şey söylemiyor, nispeten bir kaç sahne dışında dişe dokunur sanatsal katkıdan (oyunculuk o da) falan da bahsetmek zorlama olur, bilmem yanılıyor muyum? Berlin'de geçtiğimiz yıl Altın Ayı alan film, ülke tarihinin muhtemelen en iyi filmi olan 4 Ay 3 Hafta 2 Gün'den sonra ülkesinde en çok izlenen yerli yapım olsa da, o filmin yoğun gerilimine de, sarsıcılığına da yaklaşabilmekten uzakta bence.
Bazen düşünüyorum da iyi filmleri tükete tükete benzer filmler daha aşağıda mı gözüküyor acaba diye, bu da bir ihtimal çünkü aynı ülkeler hatta aynı yönetmenler neden bir türlü bir zamanlar yaşattıkları o zevkin doruğunu bir daha yaşatamasınlar ki? Yıldız:* *
İki Not:
1-Filmin adı cenin pozisyonundan geliyor, korunmaya muhtaç insan yavrusu !
2-Çok önemli değil ama filmin henüz başlarında Orhan Pamuk'un da ismi geçiyor.