21 Aralık 2014 Pazar

2014'ün En İyi Filmleri


10-PELO MALO/KIVIRCIK SAÇ: Geçen yıl San Sabastian Film Festivali'nde Altın İstiridye kazanan Kıvırcık Saç, Türkiye'de vizyon şansı bulamamış, !f de izleme şansı bulmuştuk. Eşcinsel eğilimler taşıyan bir çocuğu annesinin erkekleştirme çabalarına duyarlığı yüksek bir gözlüğün ardından bakan ve bu çabaların absürtlükten öte bir anlam taşımadığını hissettiren film bağımsız sinema ifadesinin yarattığı beklentinin altını yeterinde dolduruyordu.


9-LİKE FATHER LİKE SON/BENİM BABAM BENİM OĞLUM: Japon yönetmen Hirakazu Kore-Eda'nın filmi yıllar sonra çocukları karışan iki farklı sınıftan farklı değerleri temsil eden iki ailenin bu durumu fark ettikten sonrasına odaklanırken, kulağa pek de yabancı gelmeyen bu hikayeyi melodramın tuzaklarına düşmeden sahici, tüm yalınlığının ardındaki şiirselliği koruyarak anlatıyordu, filmin yaratıcı mizansen oluşturma konusunda pek hünere sahip olduğunu söyleyemesek de biraz uzatılmış senaryosunun ve başarılı oyunculuklarının güzel bir film izledik hissi uyandırdığını belirtmek şart.


8-VENUS İN FUR/KÜRKLÜ VENÜS: Mazoşizmin isim babası Masoch'un aynı adlı romanının tiyatroya uyarlanışını gösterirken, sinemaya nasıl uyarlanabileceğini de gösteren yaratıcı bir çalışmaydı, ilk dakikalarında biraz sıkıldığımı itiraf ediyorum, ileriki dakikalarda ise film beni de içine çekti. Bir tiyatro yönetmeni ve onun oyununda rol kapmaya çalışan kadının çekişmesini resmederken romanı tiyatroya (dolayısıyla sinemaya uyarlayıvermiş Polanski) uyarlamış bile. Filmin başında ve sonundaki kaydırma hareketleri dışında bizi bir tiyatro sahnesine hapseden film, sinemada teatrallik (kitabilik) olurmuymuş deyip Kış Uykusu'na laf edenlerin de izlemesini gerektiriyor. 


7-NEBRASKA: Bu yıl altın bir yıl geçirdiği söylenebilecek Amerikan bağımsız sinemasının başarılı örneklerinden biri de özenli siyah-beyaz estetiği çok şık bir öyküyle birleştirip, aile bağları ve yaşlılık gibi konulara yerelden çıkıp evrensel dokunuşlar katabilen bu filmdi. Müziklerini de unutmayalım tabii. Türkiye'de 'Randevu İstanbul' adındaki herkesin çok da bilmediği etkinlik dışında hiç gösterim şansı bulamaması (festivaller ve Başka Sinema dahil) da rahatsız edici, 6 dalda Oscar'a aday olmuş bir Amerikan filmi bile böylesi bir ambargo yiyebiliyor, Blockbusterlar ve İvedikgiller'den yer kalmayınca vizyona girememesini hadi anlarım da ya ötesi...İzleyenlerin %90'ından fazlası internetten izledi Nebraska'yı, bu da internetin filmlere erişme konusundaki yükselen konumunun çarpıcı bir örneğiydi.


6-HELİ: Aslında izlediğimde hoş duygularla sinemadan çıkmama rağmen hakkını biraz yediğim bir film Heli, o zamanlar 5 üzerinden 2 not vermiştim ama zaman geçince yerinin daha yukarılarda olmasına karar verdim. Heli bize şunu anlattı: yönetmenlik başarısı çekilmesi zor sahneleri çekmek veya görüntü, kurgu, müzik gibi elementleri ustalıkla bir araya getirmekten ibaret değil, sözlü olarak anlatılacak, anlatıldığında daha iyi anlaşılacak olanı neredeyse hiç diyaloglara başvurmadan göstermesi... Devletin uyuşturucu kartelleriyle işbirliği içinde olması, ve mağdur abiye yardım edememesinin bedelini polis kadının göğüslerini abiye ikram ederek ödemek istemesi, kız kardeşe tecavüz edildiğini abinin cinsel isteğinin bitmesiyle gösterip parçaları birleştirmesi ve son sahnede kız kardeşin büyümüş karnıyla noktayı koyup boşluk bırakmaması, az şey mi?



5-DEUX JOURS UNE NUİT / İKİ GÜN BİR GECE: Dardenne Kardeşler'in bu son filmi, adeta Ken Loach elinden çıkmış hissi uyandırıyor, işten çıkarılan bir kadının iş arkadaşlarıyla dayanışmayı büyütme çabası, tam olarak amacına ulaşamasa da başrol oyuncusunu olduğu kadar bizleri de daha bir olgunlaştırdı sanki, son sahnede işini artık tamamen kaybeden Marion Cotillard'ın yüzündeki gülümseme içimizde öylesi fırtınalar kopardı ki, hemencecik, işte o tebessüm kurtaracak insanlığı deyiverdik, alkışlamak istedik, film de bitti o arada. İki Gün Bir Gece'nin temel insani değerleri günümüz toplumunda yeniden hatırlatan, insan denen gayya kuyusunun ne hepten sevilecek ne de nefret edilecek bir yapıda ve hiçbir zaman tamamen umut kesilmeyecek bir tarafı olduğunu gösterişi hepimizi derinden sarstı. Bu öykü, bırakın sinemasal değerlerini bir tarafa, 'tam bir insanlık dersi' olarak karşı karşıya gelmeyi şart koşuyor.

4-THE GRAND BUDAPEST HOTEL/BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ: Kimileri sinemanın gerçekten alabildiğine uzaklaşan tarafını olumlar. Rüyalarımızdır, masaldır, sihirdir der. Açıkçası ben pek öyle değilim. Sinemanın gerçeğe en çok yaklaşabilen tarafını severim genelde, tıpkı Boyhood da olduğu gibi. Ama Büyük Budapeşte Oteli sinemanın çocuksu tarafını da sevebileceğimi gösterdi. Baştan sona bir masal izlediğimi bilsem de duygusuna, hümanizmine hayran olmaktan alamadım kendimi. Zweig'ın edebiyatçılığını Anderson'un sinemacılığıyla buluşturan sinemadan mutlu çıkarma olasılığı çok yüksek bir film.

3-BOYHOOD/ÇOCUKLUK: Bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadarki büyüme serüvenini anlatan bunu yaparken ülkedeki politik,ekonomik ve kültürel değişimi de arka fona yediren Richard Linklater'ın Boyhood'u 3 saate yakın süresine karşın zevkle izlenirken, öykü yapısıyla geçen yılki La vie de Adele'i de hatırlatıyor. Orada da belli bir zamansal değişim söz konusu olsa da buradaki 12 yılık değişim, tamamen gerçek zamanlı; başroldeki Mason ve çevresindekilerin fiziksel değişimleri de an be an gözümüzün önüne serilmekle filmin etkileyiciliği de bir hayli artmakta. Zamanın yıkıcılığı (ve yapıcılığı) üzerine sinema tarihinin en özel filmlerinden biri olan Boyhood, sanatın bilhassa sinemanın da asli görevlerinden birini yerine getiriyor. Sinemanın hammaddesi zaten zaman değil midir diye soruyor.Şimdiden Mason'un üniversite serüveni ve sonrasını merak ediyoruz, belki biraz tahmin de ediyoruz ama Boyhood'un yalın bir başyapıt olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


2-LA GRANDE BELLEZZA/MUHTEŞEM GÜZELLİK: Bir başyapıt da İtalya'dan geldi bu yıl, hem de Baudelaireyen olanından. Sorrentino'nun Roma'nın geçmiş ihtişamıyla bir yazarın anılarını (gençlik aşkını) aynı paralelde buluşturduğu film güzelliği eskilerde buldu, zıtlıkları (unutmak-hatırlamak, klasik müzik-popüler müzik, ağır çekim-yavaş çekim vs.) ustalıkla iç içe geçirdi. 6 tane sanatın bir araya gelerek nasıl da sinemayı 7. olarak ortaya çıkardığını da gösterip; yönetmenliği, görselliği, kurgusu, oyunculuğuyla etkileyici bir deneyim sunan Muhteşem Güzelliğin benim için önemli bir tarafı daha var o da sinema tarihinin en etkileyici finallerinden birine sahip olması: Bize yönelen bir bakış, perdenin kararması ve işte Muhteşem Güzellik! Şüphesiz filmin başından sonuna anlattıkları ve bizi bu finale hazırlayışı olmasa bu kadar etkileyici olmazdı diye düşünüyorum.



1-KIŞ UYKUSU: Ünlü sinema kuramcılarından Bela Balazs; uyarlamalara sıcak bakmaz, iyi edebi eserlerden iyi filmler çıkmayacağını, vasat sayılabilecek eserlerden ise sinema tarihine adını yazdıracak filmlerin çıkabileceğini iddia eder; ikisinin anlatım yöntemleri farklıdır, uyuşmaz kolayca. Sinema tarihi Balazs'ı çoğunlukla doğrular. Zamana direnmiş, Sight and Sound gibi dergilerin 10'ar yılda bir yaptığı (1952......2012) geniş ölçekli soruşturmalarda, Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza isimli filmler hatırlıyor muyuz? veya Don Kiyote, Hamlet, Anna Karenina, Madam Bovary yahut Ulysess... Peki sayısı 200'ü geçen öykü külliyatıyla tüm edebiyat listelerinde kendine yer bulan Anton Çehov'un bir öyküsünden sinema tarihine adını yazdırmış bir filmi biliyor muyuz? Ben bilmiyorum. Ama sadece bir değil iki öyküsünü birleştirip bir öyküsünde bahsi geçip anlatılmayanları da kendi süzgecinden geçirip anlatan bir film biliyoruz. Evet Kış Uykusu üstün edebi eserlerden üstün filmler çıkabileceğinin nadide örneklerinden biri. Bunun yanında sanat yönetmenliğinin doğrudan doğruya sinemada bir 'dil'e nasıl dönüşebileceğinin de filmi aynı zamanda, duvardaki bir The Seagull afişinin bir filmin anlatmak istediklerini adeta tek başına sırtlayabileceğini kaç tane yönetmen düşünebilir? Elbette entelektüel düzeyi yüksek bir film Kış Uykusu, izleyicisinden de böyle bir dikkat talep ediyor. Ama hangi filmi böyle bir dikkati gerektirmiyordu ki Ceylan'ın. Bu kez anlatmak istedikleri filmin biçimini de doğrudan şekillendirmiş, yönetmen aynı mekanda geçen uzun, kesintisiz epizotları edebi diyaloglarla birleştirince de belirgin bir teatrallik ortaya çıkarmış, ama yönetmenin hüneri sinemasal olanı da hiç terk etmeden bunu yapması, aynı mekanda 15-20 hatta 25 dakikalık epizotlarda çok sayıda farklı plana başvurmuş, kurgu başarısı göstermiş, sadece Aydın Bey'in odasına farklı yerleri gösterdikten sonra 10 farklı kesme saydım ben, düşünün. Bu konuda hala güncelliğini yitirmediğini düşündüğüm bu yazı http://1saniyede24kare.blogspot.com.tr/2014/07/yanlis-cografyada-dogmak-incelikli.html okunabilir, küçük bir düzeltme de yaparak şunu söyleyeyim. Filmde Aydın Bey'in odasındaki kendi oyunu Yaralı Kuşlar'ın afişinin sonraki sahnede ortadan kalktığını söylemiştim, keşke öyle olsaymış, daha çarpıcı olurmuş, dikkat gerektirme olayını da fazla abartmamış olurmuş, öyle olmamış ama arkasındaki afiş daha ön plana çıkarılırken afişin uzağındaki sandalye afişin önüne konup isminin okunması engellenmiş, işlev aynı elbet, ama ben olsam afişi ortadan kaldırırdım, yazımda da kaldırdım zaten :) Filmi sinemada 2 kez izlemiştim, Dvd'den bir kez daha izleyince fark ettim. Bu konuda o sahnede yönetmenin farkında bile olmadan bir sandalyeyi afişin önüne ittirmiş olabileceğini söyleyenler çıkabilir, peki yönetmenin iki kez daha (ikincisi uzunca ve konuşmasız) bu afişi inatla göstermesine ne demeli? Jean Mitry'yle yanıt verelim: ''Sanatta tesadüflere yer yoktur, eğer kimilerinin dediği gibi sanat yapıtı biraz da tesadüfün kızıysa tesadüf sanatçının ta kendisidir.'' 

6 Ekim 2014 Pazartesi

Oscar ve Kış Uykusu

Bu sene Oscar yarışında daha bir heyecanlıyız sanki. Kış Uykusu'nun beklenen ''aday adayı adaylığı'' hemen televizyonları, gazeteleri, sosyal medyayı hareketlendirmişti. Adeta filmi Oscar adayı sananlar bile çıktı. Oysa henüz Türkiye'nin adayıydı, o kadar. Zaten beklenen, olması gereken bir adaylıktı bu. Bu kez erken açıklandı, daha önceki yıllara nazaran, seçiciler önlerindeki haftalarda bu çapta başka bir filmin çevrilemeyeceğini tahmin etmiş olmalılar ki, gecikmeden kararlarını verdiler. Gelelim Kış Uykusu'nun Oscar'daki şansına. Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun'u ilk 9'luk listeye girip, bir ilki yaşatmış (gerçek anlamda aday adayı olmuş) daha sonrasını görememişti. Bir Zamanlar Anadolu'da onu da göremedi. Gerçi bir yetkili o dönem Radikal'e verdiği röportajda 1 film daha listeye alsak Bir Zamanlar Anadolu'da olurdu demişliği de vardır.http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/20026267.asp Kış Uykusu'na gelince, filmden çıktıktan hemen sonra yazdığım yazıda da belirtmeye çalıştığım gibi Ceylan'ın en tempolu filmi, konvansiyonel sinema ölçüsünde olmasa da. Bu durum yer yer kurgudan kaynaklandığı gibi çoğu yerde diyalog yoğunluğundan da kaynaklanıyor. Yönetmenin izleyiciye verdiği zaman boşlukları daha bir az. Bu durum da ''su gibi akıp geçti'' gibi ifadelerde zaten yeterince karşılığını buldu. Bu yönüyle filmin Oscar'da ilerleyebileceği düşünülebilir belki ama yine de o kadar da emin olmamak lazım. Altın Palmiye kazanmış olması zaten çok yabancısı olmadıkları bir yönetmenin filmini daha dikkatli izlemelerini de sağlayabilir Akademi'nin, ancak bu ödülü alan filmlerin Yabancı Film Oscarı'nda fazla şansının olmadığı gibi bir istatistik de önümüzde duruyor. Ben Oscar'ın bu kategoride son yıllardaki eğilimi ve İngilizce yayınlanmış bir kitabın imledikleri ölçüsünde bakmak istiyorum. PR çalışmaları, yapım şirketlerinin etkisi, stratejiler, başka hesaplar vs. benim anladığım konular değil nasıl olsa.

Aslında 3 yıl öncesine kadar Yabancı Film Dalı'nda da ağır melodramlar, Hollywood'un büyük anlatı kalıplarına sıkışmış filmler ödüllendiriliyordu. Sırasıyla 2006'dan 2011'e kadar bu ödülü alan filmlere bakalım: Başkalarının Hayatı, Kalpazanlar, Gidişler, Gözlerindeki Sır, Daha İyi Bir Dünya'da nitelikli ticari sinema ürünlerinden öte bir anlam taşımıyordu, ve büyük festivallerde onurlandırılamıyorlardı haliyle, yarışamıyorlardı bile. Eleştirmenler Oscar alana kadar bunların bir kısmından habersizdi. Ntv'nin bir zamanlar meşhur Oscar gecelerinden birinde Mehmet Açar aday filmler arasında bir tek Gidişler'i izlemediğini söylüyor, o da ödülü kucaklıyıveriyordu. Bir sonraki yıl Beyaz Bant mı Bir Kahin mi derken bir Arjantin polisiye-melodram kırması aradan sıyrılıveriyordu. Ama 2011 yılında İran'dan yönetmenin bir sonraki filmine nazaran ana akım sinemaya biraz daha uzak, İtalyan Yeni Gerçekçiliği tadındaki Bir Ayrılık bu kategoride Bisiklet Hırsızları'ndan sonraki (62 yıl) en doğru kararlardan biri olarak tarihe not düşülüyordu. Bir yıl sonra Haneke de Beyaz Bant ile alamadığı ödülü bu kez Aşk ile alıyordu. Film melodramın kodlarına yaklaşır gibi dursa da asla tuzaklarına düşmüyordu. Bir yanıyla bu ödül geçen yılki eğilimin devamı olarak okunabilecek iken, bir eleştirmen tarafından Haneke'nin bu filmi Oscar almak için çektiği inatla dile getiriliyordu. O eleştirmene twitter'da bunu sorduğumda, Beyaz Bant'ın daha grift senaryosu ve yaşananları içselleştirmemize olanak sağlamasına oranla Aşk'ın daha basit, anlaşılması kolay bir senaryoya sahip olduğu ve hepimizin belli özdeşimler kurabileceğine yakın cevaplar aldım, kısmen doğru olabilirdi ama Aşk'ın katıksız minimalizmden taviz vermeyen şiirsel yapısı ana akım sinemayla da epey bir tezat oluşturuyordu kuşkusuz. Bu iki filmin Oscar'ın bu kategorideki eğilimini başka bir tarafa çektiği aşikar, Aşk'ın Beyaz Bant'a oranla Cannes izleyicisinden daha olumlu tepkiler aldığı da ortada tabii, izleyicisi diyorum dikkatinizi çekerse; jüri, yazar değil daha bir halktan bahsediyorum. İlk etaptan itibaren daha çok insanı içine almaya başlayanın daha bir Oscarlık film olduğu yorumuna kapı açabilir belli oranda bu tespit de. Peki Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'ya nazaran Kış Uykusu'nun Cannes izleyicisinden daha olumlu tepkiler aldığı söylenebilir mi? Tepkiler arasında pek bir fark göremedim ben, daha çok seven de daha az seven de hemen hemen aynı gibiydi, mesela Türkiye'de Bir Zamanlar Anadolu'da'nın daha olumlu tepkiler aldığı söylenebilir. Kış Uykusu da güzel ama bir BZA değil diyen az mı çıktı? DVD'si temin edildikten sonra Kış Uykusu'nun hakkını vermemişiz diyenler çıkacaktır, çıkmalıdır.

Şayet Kış Uykusu'nun ödül alabileceği konusunda umutlanacaksak, özellikle geçen yıl ödülü kazanan Muhteşem Güzellik sayesinde umutlanmalıyız diyorum. Derinliği, eklektik yapısı, senaryosunun Hollywood reçetelerinin uzağına düşen amiyane tabirle konusuzluğuna rağmen Oscar alabildi. Cannes'da bile Akademi kafasındaki Spielberg'in kafasını değiştirmeyip filmi göremediğine şaşırmayanlar çıkarken Akademi'nin çoğunluğunun oyunu alması ilgi çekiciydi.
Muhteşem Güzellik'in dikkatimi çeken bir tarafı vardı: bir kaç kez daha izleme isteği uyandırması. Bunda kuşkusuz kimilerinin sevdim ama bir gıcıklığı da var bu filmin demelerine neden olan taraflarının payı yüksek. Filmde bazı sahneler apar topar geçiyor, kafadaki boşluklar o gıcıklığı yaratıyordu. Örneğin Pep'in sevgilisi olan striptizci kadının ne zaman öldüğü, niye öldüğü hatta ölüp ölmediğini ilk izleyişte kaç kişi anlamıştır? Sayıları pek olmasa gerek çünkü film bazı sahnelerdeki ivediliği, anlaşılmak istemez tavrıyla bunu zora sokuyordu. Bir kaç kez aynı sahnelere bakınca o gıcıklık durumu da ortadan kalkıyordu, sanıyorum ki değerini daha da artıyordu. Kış Uykusu da en az iki kez izlendikten sonra değeri daha da artan bir film. Muhteşem Güzellik'teki kadar alelacele durumlar söz konusu olmasa da detaylarıyla büyüyen bir film Kış Uykusu, bu blogta 9 Temmuz'da genişçe ele almaya çalıştım bu konuyu. Aydın Bey'in odasında özenle kenarlara itilmiş Türkçe afişler ya da imamla görüştükten sonra ortadan kaldırdığı kendi oyunun afişi bir Hitchcock filmindeymiş hissiyatı yaratmıyor mu? Ancak anlaşılan o ki yazılanlara baktığımızda ilk izlemede bunu gören pek yok gibi. İşte belki de Oscar şansı burada yatıyor çünkü Akademi üyeleri 1 kez izlemek zorunda değiller filmi, Akademi üyeleri evlerinde videodan filmleri izleme lüksüne sahipler ve diledikleri kadar geriye sarabilirler filmi. En azından Yabancı Film kategorisi gibi popülaritesi daha düşük dallarda filmi sinemada izleme gibi bir zorunluluk tutulmuyor ki daha çok üye izleyebilsin daha çok filmi. Ana dallarda da bir süre öncesine kadar böyle bir zorunluluk olmadığını biliyoruz, bu açıdan Barbara Klinger'in 1999 ödüllerine kitabında değinişi dikkat çekici.(Beyond The Multiplex: Cinema, New Teknologies, and The Home, University of California Press, 2006) O yılın açık favorisi Er Ryan'ı Kurtarmak iken En İyi Film Ödülü'nün Aşık Şekspir'e gitmesi. Yazar kitabında bunun nedenlerini tartışırken filmlerin ev ortamında izlendiğini Er Ryan'ı Kurtarmak gibi epiğin ev ortamına çok da uygun olmadığını, oysa Aşık Şekspir'in tam da ev ortamında değer kazanacağı sonucuna varır. Bende benzer duyguyu sinemada görsem sonuna kadar tahammül edemeyeceğim, ama evde ışıklar altında, dikkat dağıtıcı çokça faktörün içinde bakmaktan zevk aldığım (sinemasal haz değil elbet) dizilerde yaşıyorum. Sinemada hayran kaldığım filmleri ise ev ortamında izlemek istemiyorum örneğin. Bence Kış Uykusu'nun başarısını ev ortamında izlenmesinin değişkenleri de etkileyecek, o değişkenlerin en azından bir açıdan olumlu olduğu da açık... Ayrıca Oscar'dan önce verilecek Avrupa Film Ödüllerinde de Kış Uykusu'nun ödül(ler) alabileceğini düşünüyorum. Altın Küre'de de bir adaylık gelebilir. Buralardaki başarılar da Akademi üyelerinin filme yönelik dikkatini iyice artıracaktır, Kış Uykusu'na hakettiği değerin verilmesi de zaten dikkatli bakmaktan (daha doğrusu görmekten) geçiyor. http://www.yenisafak.com.tr/kultur-sanat/oscar-icin-oy-kullananlara-dvd-surprizi-518088

21 Eylül 2014 Pazar

Filmekimi Önce Adana'dan Geçti

Filmekimi yakın dönemde dünya festivallerinde dikkat çeken çokça filmi göstermeye çalışır, bu filmlerin önemli bir kısmı da Cannes filmleridir. Bu yıl o görevi ilk önce Altın Koza üstlenmiş gibi. Resmi Seçki'deki 8 filmi de getirmiş. İçeriğiyle büyüleyen Dardenne'ler ve Zvyagintsev insanlara güvenmeli, umudu kesmemeli ama her daim de dikkatli olmalı, işi sıkı tutmalı der gibilerdi. Godard ise deneysel sinemanın da sınırlarını zorlayan bir veda gerçekleştiriyordu sanki.


Dardenne'lerden Çok Anlamlı Bir Film

Yukarıdaki başlığı okuyan biri, haliyle şunu söyleyebilir: Dardenne'lerin hangi filmi anlamlı değildi ki? Belgesele yaklaşan stillerinden taviz vermeden sanki aynı filmi çekiyormuş gibi gözüken ama her seferinde Avrupa'nın bağrından kayıtsız kalınamayacak filmler yapan bu iki Belçikalı, bir önceki filmleri Bisikletli Çocuk'da eksik olanı da tamamlamışlar. Daha da yakıcı bir hikayeyle gelmişler. İnsanı çepeçevre kuşatan İki Gün Bir Gece bittiğinde boğazımızda küçük bir yumrukla ayrılmamızı sağlamayı başarıyorlar. İkili'nin mesajı net: İnsanlara güvenelim, onlardan umudu kesmeyelim, dayanışmayı daima büyütelim ama yine de dikkatli olalım insanın sağı solu belli olmaz, hele vahşi kapitalizmin cenderesinde ise. Marion Cotillard'ın başarıyla canlandırdığı karakter (Sandra) bir gün işten kovulduğunu öğrenir. İşveren diğer 16 çalışana şayet Sandra kovulmazsa, onlardan birinin işten çıkarılacağını artık 17 kişiyle çalışmalarının gerekmediğini iletir. Diğer çalışanlar bu korkuyla Sandra'nın kovulması yönünde oy kullanmışlardır. Fakat Sandra tekrar kapalı bir oylama yapılması için iş arkadaşlarının peşini bırakmaz. Sandra'nın işten ayrılmasıyla diğerleri 1000 avroluk bir ikramiyenin de sahibi olmuştur. Sandra kapı kapı gezip işini kaybetmemesi için ikramiyelerinden taviz vermelerini ister ve onların gereksiz yere korkutulduğunu anlatmaya çalışır film boyunca. Kuşkusuz bu çaba epey zorludur. Sandra'nın tekrar dönebilmesi için çoğunluğun (en az 9 olumlu oy) oyunu alması gerekmektedir. Mücadelesi sonuç verir ve çoğunluğun oyunu alamasa da 8 kişinin oyunu almayı başarır. Aslında işini kaybetmiştir. Ama oyların bir çoğunu kendi lehine çevirmeyi başaran bu mücadele üzerine patronu onu çağırır ve ikramiyeleri kaldırmayıp bu sefer sözleşmeli çalışanlardan birinin ilerki günlerde sözleşmesini yenilemeyip Sandra'yı tekrar işe alabileceklerini ima eder, üstelik bu kişi Sandra'ya olumlu oy atan biridir. İki Gün Bir Gece nihai noktaya varılamasa bile mücadelenin, güvenin, insafın ve karakterli duruşun filmi. Avrupa'nın başülkesinde bile sistemin yarından emin olmamıza nasıl ket vurduğunun filmi de aynı zamanda. Kanımca Dardenne'lerin en güzel çalışmaları arasında. Yönetmenlerinin Cannes'da 5 kez üst üste ödül alıp bu filmle alamaması ise talihsizlik olmuş. 
Yıldız: * * * *                                                 

Büyük Balık: Devlet
Andrey Zvyagintsev de Dardenne'lerin gücünde bir filmle karşımıza çıktı.Tarkovski'den öte Elia Kazan'ın filmlerini hatırlatan bir tarafı da var Leviathan'ın. Nitekim yıllar sonra 2003 yılında çektikleri Dönüş ayarında bir film yapmışlar. Hala kendi adıma Dönüş'ü daha çarpıcı bulsam da yeni filmleri Leviathan'ın kısa roman tadındaki dört dörtlük politik içeriğine, ustalıklı senaryosuna şapka çıkarmamak mümkün değil.  Film ismini Thomas Hobbes'un 1651'de yazdığı aynı adlı kitaptan alıyor. Hobbes kitabında insanların birbirine zarar vermesini engellemek için devleti kurduğunu daha sonra ise devletin başlı başına insanlara zarar veren bir kurum haline geldiğini tartışır. Filmde de belediye, bir oto tamircisinin (Kolya) yerini rant amacıyla yıkmak ister. Kolya'nın karısı (İlya) eski sevgilisi olan bir avukatı yardım için yanlarına çağırır. Kolya'nın arkadaşları belediyedir ve belediye başkanının bir takım açıklarını bilirler. Avukat bu açıklardan belediye başkanını zor duruma düşürür ve Kolya'yı hapisten çıkarır. Gel gelelim güç üzerine kurulu devlet ve onun temsilcileri o kadar kolay yıkılacak yapıda değildir. Ne yapar eder, o yapı kendisinin devlet olduğunu hatırlatır. Bu noktada geriye insanın gücün yanında olmaya ne kadar eğilimli, kaypak bir yaratık olduğu kalacaktır, büyük balığın olduğu yerde küçük balığın ne kadar çırpınırsa çırpınsın pek de yaşama şansı kalmamıştır.
Yıldız: * * * *   

Godard En Yenilikçi Filmiyle Sinemanın Sonunun Geldiğini Söylüyor
Godard'ın Dile Elveda'sı için ünlü sinema tarihçisi David Bordwell bugüne kadarki en iyi 3D film diyor. Bunun da nedeni 3D filmlerin bize hissettirdiği boyutlu (ön-orta-arka) görüş açısının bir süre sonra büyük oranda kaybolması ve gözümüzün gerçek hayatta olduğu gibi bu duruma alışması. Yazar kuşkusuz haksız değil, bir oranda Gravity bunu bozmaya çalışmıştı ama Godard bambaşka bir şey yapıyor, birbiriyle ilişki kurmakta zorluk çekeceğimiz pek çok görüntüyü kısa aralıklarla devreye sokuyor yetmiyor, birbiriyle alakasız gibi duran diyaloglar ve müzikleri de devreye sokuyor, bir sağ hoparlörden ses geliyor bir soldan. Bazen bokun klozete düşme sesini bile özellikle duyuruyor, böylece 3D film izlediğimiz hissini sürekli canlı tutmaya çalışıyor. Örneğin iki sahnede öyle güzel biçimde iki görüntüyü iç içe geçiriyor ki kamera kaydırma yaptığında biz ilk görüntüden uzaklaşıp diğerini görürken, bir gözümüzü kapadığımız da ilkini görmeye devam ediyoruz. Görüş çoğu zaman bir köpeğinkine eşdeğer, zaten filmin kahramanlarından biri de bir köpek. Filmde; tekrarlanan biçimde doğa ve metafor bölümleri var, bir noktadan sonra daha önceki bazı görüntülerin devamı da kadraja dahil oluyor. Yönetmen sanki anlamsızlığın filmini çekmeye kalkmış. Görüntülerin önümüzden delicesine bir hızla geçtiği çağımızda böylesine karmaşa bu şekilde mi en iyi ifadesini bulurdu acaba? Bu film belki de Godard'ın son filmi olacak. Artık 'A'nın (dilin) sonunun geldiğini söylüyor filmde, anlatılacak olanın anlatıldığı ve geriye birşey kalmadığı için 3D'nin bir kader olduğu, ama Godard gibi bir sinema figürünün 21.yüzyılda 3D filmlerin üretim sayısındaki artışı da göz önünde bulundurursak, sinemadaki mizansenin sınırlarını bir kez daha ters düz eden ha deyince üzerine konuşulamayacak böylesi bir Avant-garde çalışmayla veda etmesi de uzun yıllar hatırlanır gibi duruyor.
Yıldız: * * * 

Ken Loach Bildiğiniz Gibi

İşçi sınıfını inatla anlatmaktan usanmayan usta, bir kez daha kamerasını İrlanda'ya çevirmiş. Jimmy Gralton adlı bir komünistin inşa ettiği salonda çevresindekilerle neşeli, çoşkulu, aşklı yaşamının kilise tarafından nasıl tehlike olarak görüldüğünü anlatıyor. Oysa o kilise Jimmy'nin fikirlerinin din kitaplarındaki 'komşun aç yatarken sen tok yatma' gibi sözlerden farklı olmadığını bilmiyor mu, çok iyi biliyor. İktidar(ların)ın çıkarlarını korumak için Jimmy'den rahatsız olmaktalar. Rahip, adeta Marx'ın kendi köylerinde vücut bulmuş hali olarak görüyor Jimmy'i. Jimmy'inin fikirleri yoksulları, evsizleri, onlarla bir kılacak, bu da kendi çıkarlarını tehlikeye düşürecek. Jimmy'i ise egemenlerin biz bir milletiz, çıkarlarımız aynı söylemine; işçi ile patronun, aç ile tokun çıkarları nasıl aynı olabilir şeklinde yanıt veriyor. Ayrıca filmdeki polis şiddeti, hukukun işlememesi gibi durumlar da dünyanın birçok yerine tanıdık gelecektir, muhakkak. Jimmy's Hall; Ken Loach'un Eric Cantona'nın pas kavramından hareketle dayanışmayı anlattığı Hayata Çalım At veya Irak'da geçen Rota İrlandalı ölçüsünde yenilikçi nüvelere sahip değil sapına kadar klasik, ama kayda değer bir film.
Yıldız: * * * 

David Cronenberg İyice Sapıtmış

Haftalık çıkan bir sinema dergisinde Cronenberg'in Yıldız Haritası, Altın Koza'da izlenmesi gereken filmler arasında ilk sıradaydı. Aslında bunda şaşılacak birşey yok bizim eleştirmenlerimiz istisnalar dışında (Mehmet Basutçu, Vecdi Sayar gibi) Hollywood ya da ana akıma yakın tabir edilecek filmleri pek severler (Dünyada da durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum). İzlemesi rahat olur. Şüphesiz Yıldız Haritası da izlemesi pek rahat bir film, zorlamıyor, kafayı yormayı gerektirmiyor. Lee Dağı'nın eteğindeki film yıldızlarının zırvalıklarına tanık oluyoruz, sonlara doğru yönetmen daha ne kadar zırvalayabilirim diye de düşünmüş; kan gövdeyi götürüyor, bir kadın kendini yakıyor, gençler intihar ediyor. Şaka gibi bir film bu. Hani Hollywood eleştirisi falan da yok, ya da ben göremedim, bizim eleştirmenlerden görenler çıkar olasılıkla. Hollywood'un içindeki iki öz kardeşin yanlışlıkla evlenmesi ve çocuklarının şiddete eğiliminden nasıl eleştiri çıkar, çıkarana bravo vallahi. En çok üzüldüğüm konu da filmin başrol oyuncusu Julianne More'un yüzünü şekilden şekle soktuğu başarılı demekten öte anlam taşımayan oyunculuğunun pırıltısız bu filmi de Cannes'da dolaylı olarak ödüllendirmiş olması, o ödül için Marion Cotillard kesinlikle daha doğru bir seçenek olurdu. Hem 2 yıl önce Jaques Audiard'ın Pas ve Kemik'inde almayı hakettiği ödüle rötarlı da olsa ulaşırdı hem de dolaylı olarak oynadığı filmi, İki Gün Bir Gece'yi de ödüllendirmiş olurdu. 
Yıldız: *  

Abderrahmane Sissako'nun Timbuktu'su ise ciddi düş kırıklığı yarattı. Açıkçası Cannes'ın 'Resmi Seçki' filmi değil, 'Belirli Bir Bakış'ın filmi gibi. Afrika'da kökten islamcıların tüm zorbalıklarını anlatmaya çalışmış yönetmen. Ancak neden sinema duygusu böylesine zayıf diye sormadan edemiyor insan. Temposu gereksiz düşük ve senaryosu dağınık. Bu kadar güncel bir mesele ancak bu kadar çarpıcılıktan, gerçeğin yakıcılığından uzak anlatılabilirdi. Film 2012'de Mali'nin Timbuktu kentinde yaşanmış olaylara dayanıyor çünkü. Oysaki 1990'larda Afrika'nın bir manastırındaki rahiplerin katledişine adım adım götüren Tanrılar ve İnsanlar film boyunca süren gerilimiyle olduğu kadar çarpıcı finaliyle de aklımızda yer etmişti. Timbuktu'da yetkin bir politik sinema malzemesi yönetmenin sinemanın araçlarını kullanışı aynı ölçüde yetkinleşemediği için heba olmuş. Yıldız: * Alice Rohcwacer'in Cannes'da Grand Prix kazanan filmi Mucizeler ise sinema duygusu daha güçlü bir film. Özellikle ikinci yarısında bunu daha çok hissettiriyor. Ancak bu filmde de yönetmenin ne anlatmak istediği belirsiz. Köyde geleneksel yöntemlerle bal üreten bir ailenin halleri mi? Makine çağında onlara fantastik bir bakış atan medya mı? Evin kızının köy ürünleri yarışmasına girme sevdası mı? Onları yerlerinden etmek isteyenler mi? Ailenin ergenliğe girmiş kızının kadın olma serüveni mi? Hangisi filmin konusu? Görünen o ki hepsi. Belki de hiçbiri. Tabii şunu vurgulamadan da geçmeyelim: Filmde yabana atılmayacak şiirsellik de bazı şeyleri düşündürüyor. Evin kızı ve onlara bal üretiminde yardım etmek için gelen oğlan çocuğu, balın taşması ve kızın annesinin evin altında saklayabileceklerini söylediği sır filme belli bir derinlik katıyor ama Alice Rochwacer'in hikaye anlatma konusunda kendini daha çok geliştirmesi gerektiği gerçeğini ne yazık ki örtmeye yetmiyor. Yıldız: * *

Son olarak festivalin son günü Mike Leigh'nin Mr. Turner'ını da izlemek için sinemanın yolunu tuttum. Filmin başlamasına yaklaşık 10 dakika vardı ama gişedeki görevli filmin programda gösterildiği gibi bu salonda değil, kentin diğer ucundaki salonda gösterileceğini söyledi. Böylece Mr. Turner izlenemedi, hangi akılla son dakika, programdaki film başka sinemaya alınır. Bu nasıl festivalcilik anlayışı demeden edemiyorum. 

İzlediğim Cannes çıkışlı filmler içerisinde bir sıralama da yaparsam şöyle olur:

1. İki Gün Bir Gece
2. Leviathan
3. Dile Elveda
4. Jimmy'in Salonu
5. Mucizeler
6. Timbuktu
7. Yıldız Haritası

9 Temmuz 2014 Çarşamba

YANLIŞ COĞRAFYA'DA DOĞMAK: İNCELİKLİ (ÖZ)ELEŞTİRİNİN DORUĞU [1]


"Kış Uykusu'ndan çıkar çıkmaz, sıcağı sıcağına duygularımı ifade eden bir yazı yazmıştım. Şüphesiz ilk andaki izlenimlerimin ivedilikle gerçekleşmiş bir özetiydi bu. Böylesine zengin bir film çok daha uzun bir yazıyı hak ediyordu. Kış Uykusu neden bu kadar değerli bir başyapıt, bu yazıda onun cevabını veriyorum."

Yoksul olup da haline şükreden insanın/ Kendi  de zengindir, gönlü de; /Oysa zenginliği sınırsız olduğu halde, /Her an yoksul düşme korkusuyla yaşayanın / Bir kış kadar yoksul hayatı vardır.

                                                             William Shakespeare (Othello’dan)

         Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi kazandığı ödülün sıcaklığı henüz dinmeden 13 Haziran’da vizyona girdi. Bol kopyayla bol kentte gösterim şansı ne mutlu ki buldu. Yönetmeninin bugüne kadarki en çok izlenen filmi olma başarısını da ikinci haftasının ortalarında hemencecik elde ediverdi. Elbet dört bir yandan üzerine yazılar yazıldı. Sinemayla doğrudan ilgisi olmayanlar bile bir değil birkaç gün köşelerini Kış Uykusu’na ayırdılar. Filmin uzunluğuna vurgu yapıldı, ama her şeye rağmen akıcı bir deneyim yaşattığı da es geçilmemeye çalışıldı. Diyalogların yoğunluğu vurgulandı. Çehov, Dostoyevski, Shakespeare esintileri adeta sinemada roman okuduk ifadeleriyle somutlaştırıldı, bazen de sinema sinemadır, sinemada edebiyat mı olurmuş şeklinde yerildi. Bir eleştiride de, hiçbir Çehov öyküsüyle somut bir bağlantısı olmadığı iddia edildi, bu doğru değildi.[2] Başka bir eleştiride de ne yazık ki şu cümleler kullanıldı. …Rus oyun yazarıyla film arasında bağ kuran kurana. Benzer bir his uyandırsa da “Kış Uykusu” olsa olsa çakma Çehov olur. Çehov’un gerçekliği yok; vıcık vıcık sahtelik akıyor filmde[3]Halbuki Çehov’un tam da kendisi vardı. Bu noktayı yazının ilerisinde birebir örnekler eşliğinde oldukça detaylandıracağım. Gözlemlediğim eleştirilerin birçoğunda filmi özetlemekte zorluk çekildi. Popüler yayın organları buradan hareket ederek filmin konusu olup olmadığı sorusundan haber bile çıkardılar. Genişçe ele alınan bir çözümlemede ise Kış Uykusu’nun anlattıkları (ve gösterdikleri) ötesine gidilmeye çalışıldı, yönetmenin diğer filmleri ve başka bir yerli yönetmenin (Zeki Demirkubuz) filmleriyle karşılaştırıldı. Genellikle eleştirilerde, aydın / yarı aydın / üst sınıfa eleştiri getirdiğine dair vurguların yanında, örneğin atın yakalanma / bırakılma sahnesinin şiirselliği bazen abartılırken, kimi kez de sığ bir metafor olduğu düşünülüp film kötülendi. Ben ilk etapta filme yönelik olumsuz birkaç eleştiriye dair düşüncelerimi belirtmeden geçemeyeceğim, yazının sonlarına doğru ise daha büyük çaplı ve sıklıkla yapılan bir olumsuz eleştirinin nasıl da geçersiz olduğunu anlatacağım. Şunu acilen vurgulayalım, neden atın olduğu sahneyi ille de metafor olarak düşünmek zorundayız? Film izleme kültüründe çok sıklıkla yapılan bir hata burada da karşımıza çıkıyor, ana akım filmlere oranla entelektüel çabayı biraz daha fazla gerektiren sanat filmlerini izlerken metafor bulmak, adeta bulmacayı çözme isteğiyle her sahneye anlamlar yüklemek için beklemek takıntısından kurtulup küçük küçük sahnelerden öte, resmin bütünündeki anlama odaklanmanın gerekli olduğunu düşünüyorum, küçük sahneler de bütündeki anlama eriştiğinde değerli, tabii ki at bir metafor olarak da düşünülebilir, bir takım anlamlar yüklenebilir, bunda sakınca yok. Ancak filmin olağan akışı içinde olan bir sahneye sığ bir metafor demek de tek boyutlu bir bakış değil mi? Şayet filmin olağan akışı içinde böyle bir at olmasa ve ne idüğü belirsiz şekilde böyle bir sahne filme dahil olsa anlaşılabilir, haklı bir eleştiri olur. Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi Bir Zamanlar Anadolu’da’daki elmanın ağaçtan düşüp yuvarlanıp suya düştükten sonra iki çürük elmanın yanına gelmesi bile filmin olağan akışı içinde aslında, kameranın insanlardan uzaklaşıp elmaya yönelmesiyle elde edilmiş. Kış Uykusu’ndaki at sahnesinde ise insandan uzaklaşma durumu da yok, olay örgüsünün akışı içinde seyretmiş her şey. Aydın Bey, Timur adlı genç müşteri at sordu diye atı alıyor ama Timur anı yaşayan biri olduğu için otelden ayrılınca atı da bırakıyor. Filme yönelik diğer bir olumsuz tavır ise yönetmenin önceki filmlerindeki gündeliğin doğallığını, teatral bir havaya, edebi diyaloglara bırakması. Bu tavrın sinemada oluru olmadığı şeklinde yorumlar... Yönetmen bunu bilmiyor mu? Burada neden yönetmenin böyle bir anlatıma yöneldiğini sorgulamak, bunun cevabını bulmaya çalışmak önemli, ahkam kesmeden önce. Kış Uykusu’nun edebiyatla olan bağını açıklığa kavuşturmak katiyetle önemli. Filmin iskeleti / olay örgüsü (Çehov’da ne kadar olay varsa o kadar) Çehov’un Karım adlı öyküsüdür. Aslında Kış Uykusu’nda konunun olup olmadığı, filmin özetlenip özetlenemeyeceği veya bir sonuca ulaşıp ulaşmadığı gibi tartışmalar, bahsi geçen konuların Karım adlı öyküye uygulanıp uygulanamayacağından farksız. Kısaca Nuri Bilge Ceylan’a öykü yapısıyla ilgili bir eleştiri getirilecekse o eleştiri büyük oranda Çehov’a da getirilmek zorunda bir anlamda. Örneğin Fırat Yücel şöyle diyor:  …Kış Uykusu’nda başkarakterin itirafına açılan yol yeterince sert taşlarla döşenmemiş.[4] Kuşkusuz haksız değil, filmde Aydın’ın dönüşümü biraz acele oluyor gibi, hacimli bir romandan ziyade bir durum öyküsündeki gibi, tıpkı Karım adlı öyküde olduğu gibi. Kış Uykusu’nda başroldeki Aydın’ın köyün birine yardım etmek için fikirlerini merak ettiği Suavi ve Nihal’i odasında ağırladığı sahnede başlamak üzere, Aydın’ın Nihal ile bir arada olduğu (ama Necla’nın olmadığı) tüm sahneler, Aydın’ın evinden ayrılıp istasyona gitmesi, ardından vazgeçmesi, Suavi’nin evine konaklamaya gidişi orada Levent Öğretmen ile tartışmaları ve sonunda evine geri dönüp Nihal’e bağlılığını ithaf edişi ve masasının başına oturup kitabını yazmaya başlaması aynı zaman çizgisinde, öyküden filme doğrudan uyarlanmış. Öyküdeki bazı diyaloglar da noktasına, virgülüne dokunulmadan aynen filme alınmış, kimilerindeyse çeşitli ölçülerde değişiklikler yapılmış. Örneğin bu kullanımlardan birkaç tanesine bakalım.

         “Kocadım mı, aklımı mı oynattım, yoksa başka bir adam mı oldum, nasıl isterseniz öyle düşünün… Dünden beri içime yerleşen yeni adam gitmeme izin vermiyor. Ne olur, beni kovmayın, Natalie !...  Şunu iyice bilin ki, sizden başka yakınım yok. Aslında sizi her dakika , her saniye özlemişimdir. Ancak gururum el vermediği için sizi sevdiğimi söyleyemedim. Karı-koca olarak yaşadığımız eski günleri bir daha döndüremeyiz, artık gerek de yok buna. Beni uşağınız olarak yanınıza alın, bütün malım mülkün sizin olsun…”[5]

         Öyküde Pavel bu cümleleri Natalie’nin yüzüne söyler, Pavel yoksullara karşı iki yüzlülüğünün farkına varmış ve özeleştirisini yapmıştır. Hem yoksullara yardım etmeyi amaç edinip hem de çavdarını çalan hırsızlarla uğraşmasında kuşkusuz bir çelişki vardır, karısının elde ne var ne yoksa başkalarına vermesinden artık rahatsızlık duymaz, yaşadığı küçük durumlar Pavel’de bir dönüşüm yaratmıştır. Bir demiryolu mühendisi olan Pavel, çelişkilerinden kurtularak “Demiryollarının Tarihi” adlı kitabı yazmaya başlar. Filmde ise Aydın bu cümleleri karısının yüzüne söyleyemez, öyküyle filmin en dikkat çekici farklılıklarından biri budur.  Özeleştirisi bilgisayarının başında yazdığı bir metin olarak kalır, yazdığı metni içinden okur, huzur bulur ve bir tiyatrocu olan Aydın “Türk Tiyatrosunun Tarihi” kitabını yazmaya başlar. Yönetmen görüntü dışı diegetik ses[6] kullanımıyla metni bize sunar, biz de bu şekilde haberdar  oluruz. Aydın eve geldiği andaki bir takım görüntüleri bize bu metin eşliğinde sunduktan sonra yönetmen metnin sonunda Aydın’ın bilgisayar başındaki haline bağlayarak da bu diegetik kullanımın filmin diğer bölümlerinde müzik haricinde tercih edilmediği için non-diegetik kullanımın metinsel bir estetik olarak yaratabileceği uyumsuzluğu da giderir. Bu kullanım, farklı bir estetiği, (yani non-diegetik sesi) değil de, Aydın’ın özeleştirisini bile karşısındaki insanın yüzüne yapamadığı, ancak yazıda kalabildiğini vurgulamış olur. Görüntü dışı bir diegetik kullanımdır. Ali Arıkan eleştirisinde filmin finaline dair şunları söylüyor:

         Aydın’ın dış sesiyle Nihal’den özür dilemesi ise Ceylan çiftinin hikayeyi nasıl bitireceklerine bir türlü karar veremediklerinin ispatı. Pek çok konuşma geçiyor ama varılan sonuç ona ulaşmak için gösterilen çabaya değmiyor.[7]
        
         Oysaki bu eleştiriyi yapan arkadaşımız Çehov’un Karım adlı öyküsünü okumuş olsaydı, bu eleştiriyi Çehov’a getirebilir miydi? Bu eleştiriyi Çehov’a getirmesi gerekir. Çehov öyküsünü tam da böyle bitiriyor çünkü.
          
         Nihal’in yerine Natalie adıyla karşımıza çıkan karakterin de şu sözlerine bakalım:
          
         ... İyi öğrenim görmüş, görgülü, dürüst, hak gözetir, kural tanıyan bir insansınız.  Ancak bir yere gittiğinizde bu erdemlerinizle insanı boğan, ezen, küçük düşüren, aşağılayan bir hava taşıyorsunuz. Dürüst düşünme tarzınızla bütün dünyadan nefret ediyor gibisiniz. İnananlardan nefret ediyorsunuz, çünkü inanmak size göre az gelişmişlik, kara cahillik belirtisidir. Herhangi bir inanç, ülkü taşımıyorlar diye  inanmayanlardan nefret ediyorsunuz. Yaşlıları geri kalmışlıklarıyla, tutucukları; gençleri ise özgür düşünceleri yüzünden beğenmiyorsunuz…[8]

          Örneğin ikinci satırdaki “bir yere gittiğinizde” kalıbı, “yeri geldiğinde” şeklinde filme alınmış. Öyküde bir yere gitmek sıklıkla üzerinde durulan bir eylem, Natalie’nin de gitme eylemini gerçekleştirebileceğine ne kadar yakın olduğundan söz ediliyor. Öyküde Aydın’a tekabül eden Pavel karısıyla ilk tartışmasından sonra, şayet ayrılırlarsa, karısının Avrupa’ya çıkacağı bir İtalyan veya Rus’un kollarına kendini atacağından bahsediyor. Filmde ise böyle bir durum söz konusu değil, Nihal’in bir yere gidebilme şansı yok, giderse Aydın gider. Aydın Nihal’e İstanbul’a git, ayakların üzerinde durmayı dene dediğinde bile, bunu gerçekleştiremeyeceğini hepimiz biliyoruz. Yine de Karım öyküsünde Natalie karakterinin Nihal’i büyük oranda karşıladığını söylemek gerekir, yukarıdaki örnek de olduğu gibi bir takım farklılıklar ise 19.yy’ın sonundaki Rusya’daki sosyo-kültürel ile 21.yy’ın başındaki Türkiye’deki sosyo-kültürel arasındaki halen geçerli olan farklılıklara yorulabilir. Motorlu bir taşıtla değil de kızakla yapılan yolculuklar zamansal bir farklılığın getirisi olarak Türkiye’yi öne çıkarır gibi dursa da, öyküde olan ama filmde olmayan yolun bir yerinde durup bira içilmesi de iki ülkenin taşrasına, kültürel iklimine dair sınırları daha da keskinleştirmektedir. Filmde Aydın’ın,  imam’ı eleştirirken bile yazısını dini olumlayarak bitirmesi de bunun bir göstergesi sayılabilir. Öyküdeki karakter bazındaki daha dikkat çekici ayrımlar ise Suavi’ye karşılık gelen İvan karakteri ve Levent Öğretmen’e karşılık gelen Sobol karakterinde karşımıza çıkıyor. Filmde Aydın açık şekilde karısını Levent’den kıskanıyor. Henüz filmin başlarında Aydın hizmetçisine Nihal ne yapıyor diye sorduğunda, Levent Öğretmen geldi, çay içtiler cevabını alması, ardından gelen sahnelerin birinde karısının odasında ne yaptığını gizlice gözlemesi ve evdeki akşam toplantısı sahnesinde de aynı eylemi gerçekleştirmesi bu kanıyı güçlendiriyor. Öyküde ise karısına dair kıskançlık beslediğinin izleri yok değil. Ancak boşanırlarsa karısının başka biriyle olacağı ihtimalinin tedirginliği bu. Örneğin öyküde Doktor rolündeki Sobol, Levent gibi bekar değil, karısından boşanmış, Levent’in ailesine gönderdiği parayı Sobol’ün karısına nafaka olarak verdiği görülüyor, ayrıca bir toprak ağasının dul karısıyla evlilik dışı ilişkisini rahatlıkla açıklayabiliyor. Oysaki filmde Aydın tarafından hala evli olmaması bir tehdit unsuru gibi görülüyor. Aydın Levent’i kasabadan uzaklaştırmaya çalışıyor. Amiyane tabirle laf sokmaya çalışıyor. Pavel de Sobol ile tartışsa bile benzer bir rahatsızlık duymuyor. Onu yoksullara yardım işleri için evine bile davet ediyor. Filmde iyi anlaştığı Suavi ise öyküdeki İvan olarak Pavel’in gözünde daha aşağılık biri, hatta İvan, Pavel’e yönelik sevgisini belirtse de yüzüne size saygı duymuyorum diyebiliyor. Pavel de bu cümlelerini yontulmamışlık ile bağdaştırıp İvan’ın yüzüne vuruyor. Pavel’in yoksullara yardım etmek istemesine karşın ambarından çavdar çuvallarının çalınmasına yönelik gösterdiği ikiyüzlülüğü eleştirebiliyor. Filmde Aydın ile aynı sınıftan sayılan ve onunla bir problemi olduğunu görmediğimiz Suavi ise aynı eleştiriyi yapmıyor. Öyküde İvan, Pavel’i eleştirirken zengin bir tüccara yönelik getirdiği eleştiride, dört yüz ruble parası olduğu yüz ya da iki yüz rublesini açlık çekenlere ayır dediğini, adamın ise oralı olmadığını anlatıyor.  Sonraysa Pavel’e dünya görüşünü değiştirmesini salık veriyor.[9] Filmde ise böyle bir durumdan eser yok.

         Aydın karakterindeki yoğun kıskançlık Karım öyküsünün ötesine de götürebilir. Bu noktada Aydın’ın işlettiği otelin isminin Shakespeare’in Othello piyesi olduğu hatırlanabilir. Eserde  İago karakteri kişisel hırsı yüzünden Othello’nun aklına karısının onu aldattığı düşüncesini sokar. Aslında böyle bir şey yoktur. Kendi karısı Emilia’nın Othello veya yardımcısı Casio ile yattığından şüphelenir, aklınca bir taşla iki kuş vuracaktır. İago’nun şeytani planlarının kurbanı olan Othello artık bu şüpheyle yaşayamaz hale gelir. Aydın karakterinin duygusal yoğunluğu Pavel karakterinin ötesinde Othello’ya daha çok yaklaşır. Othello olay örgüsü bakımından filmi karşılamasa da bazı replikler dikkat çekicidir. İago,  Othello’nun kafasını karıştırdığı bazı yerlerde karısı için şunları söyler:

         Kendi ülkesinden, kendi huyundan, kendi seviyesinden / Birçok evlenme teklifini geri çevirdi. /Oysa doğada her şey dengi denginedir…  Olur a bir gün eskiye döner de, / Kendi  soyundan erkekleri canı çeker belki, / Sizi, kendi ülkesinin erkekleriyle / Karşılaştırır diye kaygılıyım hani.[10]

         Karım öyküsünde de Pavel bir toprak ağasıdır, doktoru bile alt sınıf görmektedir. Filmde ise mülk sahibi bir sanatçı-aydın karşımızdadır. Karısı bir işçi veya imam ile aynı sınıftan olmasa da bir öğretmen ile samimi olduğunda Aydın için aşağı tabakada kalır ve o öğretmenle Aydın ile kurduğundan daha iyi bir ilişki kurmuştur,  bunlar da Aydın’ın şüphelerini haklı çıkaracak verilerdir. Othello’nun şu itirafı da dikkat çekicidir:

         Yoksul olup da haline şükreden insanın/ Kendi de zengindir, gönlü de; /Oysa zenginliği sınırsız olduğu halde, /Her an yoksul düşme korkusuyla yaşayanın / Bir kış kadar yoksul hayatı vardır...[11]

         Aslında Karım öyküsü birkaç satırda özetlenmeye kalkılırsa ortaya çıkacak bir repliktir bu, keza Kış Uykusu filmi için de öyle. Karım öyküsünde Pavel her şeye rağmen alt sınıfın  ayakta kalan yaşama sevincini, kendisi paraya ve hoş bir kadına sahip olsa da kendinde bulamadığını fark eder, çünkü çelişkilerle doludur. Bu çelişkilerin başında sahip olma duygusunun anlamsızlığı yatar. Aslında Pavel özeleştiri yapıp ekonomik çelişkilerinden kurtulduğunda en azından ruhen zenginleşebileceğinin ayırtına varmıştır. Ekonomik sahiplik vurgusu Aydın’ın özeleştirisinde daha çok kadına sahiplik vurgusuna yerini bırakır, onunla sınırlı kalır. Kış Uykusu’nda da ekonomik temelli yan bir öykü, Karım’da hırsızlar üzerinden tasvir edilirken burada kiracılar üzerinden karşımıza çıksa da, Aydın’ın özeleştirisinin sınıfsal temelli olduğunu söylemek güçtür. Kendi taşrasından kopamasa da taşrasına sınıfsal bir özeleştiri üzerinden dokunabilen, 19.yy sonunda ortak mülkiyet / kaynakların eşit dağılımı gibi konularda bir takım  sonuçlara varabilecek Rusya’nın aydını karşımızda durmaktadır. Aslında  Çehov yazdıklarından ötürü herhangi bir siyasi gruba ait olduğuna yönelik iddialara karşın yazdığı bir mektupta yalnız özgür bir sanatçı olmak istediğini vurgular.[12] Yine de Türkiye aydınında Kış Uykusu bağlamında olmayan bir tepkisellik Karım’da kendini göstermektedir. Çehov siyaset alanında hiçbir zaman faaliyet göstermese de insanın kaderinin halkın kaderi ve mutluluğundan bağımsız düşünülemeyeceği, nasıl yaşamak gerektiği ve vicdan hassasiyeti konusunda halka siyaset dışı bir hizmette bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır.[13] Türkiye’nin aydını ise son noktada evine geri dönmek ve oraya ait olduğunu kabul etmekten başka bir şey yapamama görünümü sergilemektedir. Yazının sonunda buraya tekrar döneceğiz. Ne anlatmak istediğimizi açacağız.

         Filmdeki Aydın’ın Necla ile yaptığı tartışmalarda Çehov’un İyi İnsanlar adlı öyküsünden alınmıştır. “Kötülüğe Karşı Koymama” tartışmanın merkezinde yer alır. Burada Aydın’a karşılık gelecek Vladimir öykünün bir yerinde bir kadının uzun öyküsünü olumlar, bu öyküde yüksek sosyeteden bir kadının yasadışı ilişki kurduğu bir adamla aynı çatı altında yaşaması anlatılmaktadır. Vladimir öyküye dair şunları söyler: Öyküde anlatılanların gerçeğe tümüyle uygun, yaşamın içinden  alındığı açıkça belli oluyor, öyle değil mi?[14] Sonraysa filmde Necla’yı canlandıran kız kardeşi Vera abisinin sözünü kesip  malum tartışmayı açar. Yasadışı ilişki kısmı ise filmden çıkarılmıştır. Vera okuduğu kitaptan şöyle bir örnek verir: ...Çiftçilik yapan garip bir adam  herkesin hakkını gözeterek ekin ekiyor. Buğdayını satacağı kişiler için de, yoksullar için de, hırsızlar için de… Onun bu davranışı mantıklı mı?[15] Buradaki tartışma Karım adlı öyküyle de bağlantılı, filmde ise hırsızlık yerine, kiracıdan para alamamayı akla getiriyor. Sonra Vera şöyle ekliyor: ...Bana öyle geliyor ki, bizim kötülüklerle boğuşmamızda bir sahtecilik var, sanki bazı şeyleri tam olarak açıklayamıyor, ya da gizliyoruz.[16] Çehov’un bu oldukça kısa öyküsü ile Karım öyküsünün yazılışları arasında en az 3 yıl var. Ancak, ortak noktaları kaynakların eşitsiz dağılımı ve hırsızlık. İki öykü arasındaki bu bağlantı noktası fark edilerek filmde mülkiyet paydasında bütünleştirilmiş. Necla’nın ise filmde abisinin mülkünde hak sahibi olmasının yanı sıra, İyi İnsanlar’da olmayan ama bu öyküyü Karım öyküsüyle Kış Uykusu bağlamında birleştiren Necla-Nihal sahnesinde “Kötülüğe Karşı Koymama” düşüncesine ilgisinin nedeninin, kocasının kötülüklerine karşı koyduğu için bugünkü yalnızlığından duyduğu üzüntü olduğu ortaya çıkmaktadır. Aslında o da sınıfsal bir tepkiselliğe sahip değildir. Her ne kadar emin olamasa da hizmetçisi bardaklarına yanlışlıkla zarar verdi diye maaşından kesmeyi düşünebilmektedir.

Çehov’un Karım Öyküsünün İki Karakteri Olarak Othello ve Netoçka

Filmde dikkat edilmesi gereken bir başka eser de Dostoyevski’nin Netoçka Nezvanova adlı eseridir. Dikkat edilmelidir çünkü film ile roman arasında bir takım benzerlikler sezmenin ötesinde bir durum söz konusudur, tıpkı Çehov ve Shakespeare de olduğu gibi film, bir takım göstergeler aracılığıyla bizi bu romana götürür.  Bu göstergelerden iki tane vardır. Filmin içinde olanı Nihal’in odasında karşımıza çıkan İlya Glazunov’un, Netoçka Nezvanova için yaptığı illüstrasyondur, şüphesiz bu illüstrasyonun yapılış amacını bilmeyen birinin romana gitmesi imkansızdır. Bunun bilinmemesi çok doğaldır. Ancak yönetmen aynı illüstrasyonun arka fonuna Kapadokya görüntüsünü ekleyip, illüstrasyondaki erkek figürünü aynen bırakıp kadın figürüne Nihal’i yerleştirerek filminin afişini tasarlamıştır.
         

Şüphesiz filmin afişinin nereden alındığını göstermek için bu illüstrasyonu bizlere göstermiş olabileceği bir düşüncedir. Ama o noktada şu soruyu sormak gerekir: Genellikle Aydın’ın odasında afişler ve çizimler vs. görürken, Glazunov’un illüstrasyonlarından üçü Nihal’in odasında karşımıza çıkmaktadır, diğeri ikisi de Aydın’ın odasında, biri Nihal koltuğa oturduğunda başının üstünde görünür. Bunun tesadüf olduğunu söylemek yönetmenin zekasına saygısızlık olur. Hele hele bu illüstrasyonların işaret ettiği eserler (Netoçka Nezvanova ve Beyaz Geceler) ile film arasındaki yakın ilişki düşünüldüğünde. Özellikle Netoçka Nezvanova’ya bakarsak, Dostoyevski’nin yarıda kalmış tek eseridir. Netoçka babası genç öldüğünden onunla tanışma fırsatı bulamamıştır, yoksul bir ailede yaşamaktadır,  kendinden yaşça büyük bir erkek özlemine hasret bir kızdır, çok sevdiği üvey babası keman çalan bir sanatkar olsa da hayatta bir başarı yakalayamaz, Netoçka’yla yolları henüz çocukken ayrılır, üvey babası delirir ve ölür, onu evlat edinen bir ailenin yanında, Aleksandra adlı kadın ve kocası Pyotr’un yanında büyür, Aleksandra kocası Pyotr’u aldatmıştır ama Pyotr bunu pek önemsemez görünür, Aleksandra’nın sağlık durumu da gitgide kötüleşmektedir. Pyotr, Aleksandra’ya yazılmış aşk mektubunu Netoçka’nın elinde bulur ve onu ahlaksızlıkla itham ederek evden uzaklaştırmak ister gibi görünmektedir, oysa gerçek başkadır Pyotr, 16 yaşındaki Netoçka’yı başka bir erkekten kıskanmıştır, çünkü onda gözü vardır. Roman tam burada bitiverir. Bu noktada Kış Uykusu’nun bir bakıma bitmemiş bu romanın devamı olduğu da iddia edilebilir. Netoçka okuduğu romanların kahramanı olduğunu söyleyen bir kızdır.     

         Örneğin romanda, yasak aşkı, Aleksandra için mektupta şöyle bir ifade kullanıyor: …en çok içimi kemiren düşünce gerçekteki beni değil de, hayalinde yarattığın, bulmayı umduğun adamı sevmen[17] Filmde tam da Nihal’in odasında Aydın benzer bir cümleyi sarf eder:  …karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak sonra da böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyor gibi ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?” Shakespeare’in eserinde de Othello’nun karısı Desdemona, Bütün günahım size beslediğim sevgidir. Şeklinde bir cümle sarf eder.  Çevirmen Özdemir Nutku notunda bu cümlenin Bir ölümlüyü bu kadar tanrılaştırma tanrı katında bir günah olduğu inanışına gönderme[18] olduğunu ifade eder. Nihal’in odasındaki afişlerden ikisi de Glazunov’un Beyaz Geceler için yapmış olduğu illüstrasyondur. Bu öykü de yalnız bir yazarın rıhtımda karşılaştığı sevgilisini bekleyen genç kız Nastenka ile birkaç günden ibaret mutlu anlarına tanıklık eder. Öyküdeki kızla Nihal’in duygu değişimi arasında yakınlık kurulabilir, aynı şekilde yazarla da Aydın arasında. Çehov’un iki öyküsü ölçüsünde olmasa da en başta Netoçka Nezvanova adlı eserden de yararlanıldığı söylenebilir. Özellikle Çehov’un kurduğu iskeletin ardında Aydın ve Nihal karakterini daha derinden anlamak isteyenlerin Othello ve Netoçka karakterlerine, belki Shakespeare ve Dostoyevski’nin başka eserlerine de uğramaları anlamlı olur gibi duruyor.

         Tekrar filme ve odağına aldığı Aydın karakterine dönersek, bu Aydın’ın daha ilk diyaloglu sahneden itibaren oyuncu karakterini fark edebiliriz. Burada mesleki anlamda oyunculuğunun ötesine giden yaşamın içinde oynayan birini kastediyorum. Kendi olamayan, ikiyüzlü, taklitçi. Tıpkı Ömer Şerif’in ona söylediği ama hayatta uygulayamadığı söz gibi, Aydın Timur’a oyunculuk dürüstlükten ibarettir diyordu, ama ilk diyaloglarında otelin web sitesine atı koymasına rağmen Timur’a at yook ! diyebiliyor bu karakter, hayattaki oyunculuğuyla onu iğneleyen Timur’un altında kalmamak için bir yılkı atı yakalatıyor. Aynı Aydın 70 liralık camın parasını önemsemiyor gibi gözükürken, ya da çocuğun elini öpmesinin gereksizliğini vurgularken pek de emin bir görüntü çizemiyor, toplumsal sorumluluk projeleriyle ilgilenmezken, onu öven bir mektubu görünce yardımsever kılığına bürünüyor. Aynı Aydın Allaha inanmamasına rağmen sıkıştığında ne yapalım birileri zengin birileri fakir Allah böyle yaratmış diyebiliyor. Bu hayat oyuncusuna dair filmin bize anlattıkları bunlar, bir de gösterdikleri var, filmin zirve noktası da burası. Dikkat edilirse, otelinin adının yabancı bir piyes olmasının yanı sıra, yönetmenin defalarca kesme yaptığı, Aydın ile Necla’nın yarım saate yakın kesintisiz tartışmasında da uzun uzun gösterdiği Aydın’ın odasında, onun oyunculuk mesleğiyle ilişkisini açığa vuracak birçok malzeme mevcut.



         Örneğin yukarıdaki resimde, sol köşedeki Shakespeare’in Antonius Kleopatra’sı, ortadaki Albert Camus’nün Caligula’sı onun yanındaki Glazunov’dan Netoçka’nın yetişkinliğine dair illüstrasyon, bir de sağ köşede duran Çehov’un Seagull’u var ki filmin en çarpıcı detaylarından. Seagull, Martı’nın İngilizcesi. Belki de Aydın’ın hayatında (oyununda) yazarı yabancı olsa bile duvarda, tek Türkçe kelime olabilecek şey Martı oyunu. Aydın onun bile Türkçe’sini değil, İngilizcesi’ni duvarına asmış, örneğin Rogers’ın Aç Sınıfın Laneti adlı oyunu ise Türkçe bir afiş olduğundan ötürü duvarda değil yerde duruyor, Aydın, imam ile konuşurken ve sonra Necla ile konuşurken imamı aşağıladığında da yine yerde duran afişler arasında isminin okunması zor olan bir afiş dikkat çekiyor. Aydın , Necla ile konuşurken Yaralı Kuşlar adlı bir oyunda imamı canlandırdığını ama bu imamı gördükten sonra yeterince iyi canlandıramamış olduğunu belirtiyor ve Necla ile sonraki tartışmalarında, öncesinde zaten duvara asılma şerefine erişememiş bu afişin bu sefer ortadan kalktığını fark ediyoruz. Bu geri kalmış ülkenin imamı aslında Aydın’a o geri kalmış ülkenin bir parçası olduğunu, kendi aşağılanmışlığını hatırlatıyor, kendine ait olanı daha da gizlemeye çalışmasına neden oluyor ama ne ilginçtir ki aynı Aydın,  Türk Tiyatro Tarihi kitabını yazmak istediğini söylüyor, Timur’un gezi notlarını küçümserken ciddi, kalın bir kitap olacağını bile vurguluyor. Peki bu Aydın’ın hayatında Türk Tiyatrosu’na dair en ufak bir kırıntı var mı, yok, daha doğrusu gizlenmiş. Duvarda bu ülkeye ait tek afiş, Aydın’la aynı kadrajda, filmin başında olduğu gibi sonunda da gördüğümüz Muhsin Ertuğrul-Bir Ömür Tiyatrosu. Onun incelikli bir anlamı var. Türkiye’de hemen her konuda olduğu gibi batıdan devşirme de olsa tiyatro ve sinemanın kurucusunu filmin başında ve sonunda anmak aslında bu filmin ne üzerine yapıldığını da ortaya koyuyor. Bu açıdan Muhsin Ertuğrul’un yıllarca sinemayı, tiyatro diline bağımlı kıldığı için eleştirildiğini de unutmayalım ve ekleyelim Aydın’ın masasındaki kitaplardan ismini görebildiğimiz sadece Türkçe Sözlük. Yönetmen diğer kitapların ismini flulaştırmış, gösterme gereği duymuyor.

         Şu soru sorulmalı: Çehov’un Martı oyununun bile Türkçesi yerine İngilizce’sini bulup duvarına asan Aydın nasıl bir oyunun içinde? Her yeri yabancı eserlerden yamanmış bir adam kendi ülkesine dair tarihi nasıl oluyor da yazmaya kalkıyor. Timur motosikletiyle giderken ona gıptayla bakan adam gitmek için çırpınıyor ama sonunda evine geri dönmek zorunda kalıyor. Aslında her yeri yabancılardan alınan bir tarihin kendi tarihi olduğu gerçeğini kabul ederek noktayı koyuyor. İşte Çehov’un yorumuyla Ceylan’ın yorumunun en büyük farkı bu. Çehov’da aydın özeleştirisi sınıfsal bir boyutta ve karşısındaki insanın yüzüne doğru gerçekleşirken, Ceylan’daki aydın özeleştirisinin sınıfsal olanı kapsadığı pek söylenemez, en azından filmin sonunda böyle bir vurgu yok. Kendi olamadığı gerçeğini, aslında tam da ait olduğu toplumun gerçeğini kabullenmeyişini, kabul ettiğinde bile karşındakinin yüzüne söyleyemeyen, Çehov’un Pavel’i gibi “sizi sevdiğimi söyleyemedim” yerine “seni sevdiğimi söyleyemiyorum (devam eden bir eylem)” diyen,  hala oyun oynayan bir noktada karşımıza çıkıyor Aydın. Ve bu noktada Ceylan’a yapılan büyük çaplı eleştiriye gelelim: Filmde ayrıntılandırdığım Çehov’un öyküleri başta olmak üzere, Shakespeare, Dostoyevski gibi yazarların eserlerinden parçaların kullanılması, filmde kesiştirilmesi, bütünleştirilmesi. Müziğin Schubert’den oluşu, afişin de Glazunov’dan pastiş olarak alınması, hatta fragmanın bile Türkçe olmadığı gibi, sadece Fransızca veya İngilizce değil, ikisinin karışımı olması ilginç değil mi? Filmin devşirme, özenti, yerli olmayan ne varsa içine katıldığı bir yapı olarak düşünülüp itibarsızlaştırılmaya çalışılması ise şaşırtıcı. Virgülüne dokunulmayan edebi diyaloglardan tutun da afişin bile başka bir eserden kopyalanması, ancak düşündürücü olabilir. Benzer eleştirilerin (Tarkovski, Antonioni özentisi gibi) küçük ölçekte de olsa yönetmenin daha önceki filmlerine de sirayet ettiğini düşünürsek, yönetmen bu konuda neden gidebileceği son noktaya kadar gitmeyi tercih etsin? Sakın anlattığı karakterle paralel bir anlatım yapısı ortaya çıkarmak istemiş olduğu için olmasın. Tıpkı Aydın karakteri gibi oradan buradan toplanarak oluşmuş bir yapı (öz) ancak böyle bir yapı (tarz) ile kendini en iyi şekilde ifade edebilirdi. Böylece yönetmen kendini de anlattığı karakterden ayrıştırmayarak karakterinin finalde yaptığı özeleştiriyi o da bu toplumun bir parçası olduğundan kendine de getirmiş oluyor. Bu nedenle ona bu konuda gelebilecek eleştirileri de bu film özelinde geçersiz kılmış oluyor çünkü herkesten önce o kendini eleştiriyor. Yönetmeni kendini eleştirdiği için mi eleştireceksiniz. Daha neler ! Yukarıda elimden geldiğince örneklendirmeye çalıştığım yerli olmayan çokça unsurdan yararlanarak oluşturulmuş bir eser bu, ama son kertede bu ülke sinema tarihinin parçası, hatta o tarihin bizzat kendisidir.[19]

           Son olarak filmin iki kelime üzerinden, özeleştiri ve oyunculuk bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum, özeleştiri noktasını yeterince anlattım sanırım. Oyunculuk noktasında da anlattığı kişinin mesleğinin Çehov öyküsündeki mühendis yerine özellikle oyunculuk olarak belirlenmesi de son derece incelikli bir anlam ifade ediyor. Tarz ve özü bir kez daha bütünlüyor. Hani Nuri Bilge Ceylan sinemasında bu kadar teatral oyunculuk mu olurmuş diyenlere, evet özellikle bu film bağlamında böyle olması gerekir diyor, oyunculuk sanatı olarak da bilinen tiyatronun trüklerine yaklaşan bir film yapıyor. Tiyatro oyunlarını andıran perde perde (filmde sahne oluyor artık) anlatım da bu teatralliği besliyor. Halbuki İngmar Bergman’dan, Woody Allen’dan, Mike Leigh’den aşina olunabilecek, bu denli incelikli düşünülmese bile övgülere boğulan bir biçimdi bu, bu kadar yadırgamak da neyin nesi…Yönetmen üstelik tamamen perdeli anlatıma da teslim olmuyor. Sinemanın anlatım araçlarıyla; senaryo, mizansen unsurları (görüntü yönetimi, sanat yönetimi, oyuncu yönetimi, kurgu, müzik) ve oyunculuğun dengeli, alabildiğine detaycı ve son derece yetkin kullanıldığı bir başyapıt gerçekleştiriyor. Yönetmen ülke sinemasının geçmiş yüz yılına belki de şunu söylüyor: Yıllarca özenti, çakma tabir edilen filmler yapmaya çalışıldı. Kötü, hatta gülünç taklitten öte gidilemedi. Bu ülkenin meselesi taklitse, onu anlatmak için; göstere göstere, ayrıntılarına kadar taklit yapıyorum ve en önemlisi bir Rus, İngiliz ya da Fransız elinden çıkmış güçlü örneklerden eksiği olmayan şekilde yapıyorum bunu.

         Zaten yarıştığı Cannes Film Festivali’nde günümüz Rus Sineması’nın en yaratıcı isimlerinden Andrey Zvyagintsev, İngiliz Sineması’nın en saygın adlarından Mike Leigh ve Fransız Sineması’nın unutulmazı Jean-Luc Godard’ın filmlerinin Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’ndan daha küçük ödüller alması da bunun göstergelerinden biri değil mi?




Notlar


[1] Kış Uykusu’nu izledikten sonra düşüncelere daldığımda Türk edebiyatındaki ruh kardeşinin Oğuz Atay’ın tiyatro metni Oyunlarla Yaşayanlar olduğunu düşündüm, okuyanların aklına bu eser gelebilir, hatta onu filme uyarlasaydı olmaz mıydı diye düşünenler de çıkabilir. Hemen söyleyelim: Olmazdı. En önemli nedeni de yerli bir eser olmasıdır. Filmin “yabancı eserlerden” bir araya gelmesi gereken incelikli yapısını bozardı.
[3] http://www.dipnot.tv/ben-de-yazdim-kis-uykusundan-uyanmak/72863/ Erişim Tarihi: 08.06.2014
[4] Fırat Yücel,  Herkes Kadar Suçlu, Altyazı Aylık Sinema Dergisi,  Temmuz-Ağustos 2014, s.32.
[5] Anton Çehov, Bütün Öyküler 6. Cilt, Çev: Mehmet Özgül, Cem Yayınevi, İstanbul, 2006, s.190.
[6] Non-diegetik ses,: Anlatı dışı, dış ses. Filmdeki karakterlerinde farkında olmadıkları seslerdir, sadece izleyicilerin işittiği bir estetik tercihtir. Örneğin bir filmde karakter piyano çalıyorsa o diegetik kullanımdır. Fakat Kış Uykusu özelinde yönetmenin filmdeki karakterlerin duyamadığı Schubert melodisini ara sıra devreye sokması non-diegetik bir kullanımdır. Bu noktada Aydın’ın okuduğu metni içinden okuduğunu düşündüğümüzde de karakter de bu sesin farkında olacağından diegetik bir  kullanım olacaktır, sadece, görüntü çerçevesinin dışında kullanıldığından diegetik sesin görüntü dışı kullanımı kapsamına girer.
[8] Çehov, a.g.e., s. 169.
[9] y.a.g.e., s. 102.
[10] William Shakespeare, Othello, Çev: Özdemir Nutku, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, s. 112.
[11] y.a.g.e., s. 108.
[12] Zeynep Zafer,  Anton Çehov’un Öykü Sanatı, Cem Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 86.
[13] y.a.g.e., s. 26.
[14] Anton Çehov, Bütün Öyküler, 3. Cilt, Çev: Mehmet Özgül, İstanbul, 2002, s. 218.
[15] y.a.g.e., s. 219.
[16] y.a.g.e., s. 220.
[17]F. M. Dostoyevski , Netoçka Nezvanova, Çev. Nihal Yalaza Taluy,  Varlık Yayınevi, İstanbul, 1964.  s.145.
[18] Shakespeare, a.g.e., s. 193.
[19] Bu duruma ilişkin, Türk Sineması’nın yönetmenlerinden, aynı zamanda öğretim üyesi olan Engin Ayça şöyle diyor:  Biz kimiz? Biz, çokluk başkalarına göre “biziz”… Bizi, çokluk başkaları tanımlar… Biz de kendimizi öyle algılamaya çalışırız… Bizim gözümüz hep başkalarındadır. Bu “başkaları” sözünü somutlayacak olursak, “el âlem”dir, “dünya”dır ve de “batı”dır. Sinema özeline gelecek olursak… Türk sinemasına hep batı sinemasıyla karşılaştırırız, ona göre değerlendiririz. Bu hep böyle yapılmıştır. Türk sinemasına hep batı sineması gözüyle bakılmıştır. Batı sinemasının kötü bir kopyası, taklidi olarak görülmüştür. Kimliksiz, kişiliksiz, yoz bir sinema, çünkü taklit, çakma…Aslı dururken de okumuşlarımız, kültür insanlarımız, batıya dönük eğitim almışlarımız ve onlara inananlarımız taklit, yoz, düzensiz buldukları Türk filmlerine gitmemişlerdir. Onlar üzerine düşünmemişlerdir, yazı yazmamış, araştırma yapmamışlardır… Dışlamışlardır, ilgilenmemişlerdirhttp://www.sadibey.com/2011/01/16/turkan-soraya-mersiye/ Erişim Tarihi: 06.06. 2014
[20] Glazunov'un illüstrasyonlarının alındığı kaynak: http://www.glazunov.ru/EN/Ilustracii_gl3.htm Erişim Tarihi: 
07.07.2014

         Glazunov’un Dostoyevski'nin eserleri için yaptığı, Aydın ve Nihal’in oda duvarlarında gördüğümüz diğer bazı illüstrasyonlar: