10 Kasım 2013 Pazar

Filmekimi 2013

Filmekimi bu sene 12.kez sinemaseverlerle buluştu. 10. yıldan itibaren İstanbul dışındaki kentlere de uğrayan, bir tür Gezici sinema hüviyetine de sahip bu mini festival her zaman olduğu gibi az ama öz içeriğiyle birçok izleyiciyi tatmin etmişe benziyor. Kendi adıma Türkiye’deki film festivalleri içinde tatmin ediciliği en yoğun festival olduğunu söylersem abartmış olmam. Bu yoğunluğun kaynağının o yıl içerisinde dünyanın en saygın festivallerinde gösterilmiş, gerek eleştirmenler gerekse izleyiciler tarafından belli bir beğeniyle, çokça da ödülle karşılanmış filmlerden aldığını belirtmek lazım. Bu yıl da bu niteliğinden ödün vermeyen etkinlikte benim payıma da dokuz film düştü. Bu filmlerin sekizinin dünyanın bir numaralı sinema olayı olduğu söylenebilecek Cannes’dan geldiğini ve altısının ‘Resmi Seçki’de çeşitli taltifler gördüğünü belirtmeliyim.
İlk izlediğim film; Amat Escalante’ye Cannes’da genç yaşında ‘Mizansen Ödülü’ -ki Türkiye’de yönetmenlik deniyor- bahşeden Heli Meksika’da mütevazi yaşamları olan bir aileyi odağına alıyor. Ne var ki yaşadıkları coğrafya suç ve şiddetin kol gezdiği bir yer. Evin küçük kızının kolluk kuvvetlerindeki sevgilisinin iki paket uyuşturucuyu bu ailenin evine saklaması ve abisinin bu paketleri bulup imha etmesiyle gelişen olaylar, askeri üniformalı kişilerin bu ailenin hayatını mahvetmesine kadar gidiyor. Burada film boyunca açıkça dillendirilmeyen ama alttan alta sezdirilen bir sorun var: Neden uyuşturucu çeteleri devletin üniformasını giyer, yoksa devlet bu çetelerle işbirliği içerisinde midir? Tabii ki öyledir. O halde film bize ülkede güvenliği sağlayacak birimler suçun ta kendisiyse kime güveneceğiz sorusunu soruyor ve bir kez daha sanatın gücünü evrensel ve güncel oluşu üzerinden aldığını kanıtlıyor. Bu yönden oldukça değerli bulduğum eser , yer yer yaratıcı mizansen kırıntılarına sahipse de ödül aldığı bu kategoriden ziyade parmak basmak istediği sorunun ciddiyeti ve yakıcılığıyla ön plana çıkıyor. Yıldız:* *
Aynı gün izlediğim diğer film Jia Zhang-ke’nin A Touch of Sin’i ise şiddeti başka bir coğrafyaya kapitalizmin yeni prensi Çin’e taşıyor. Beş farklı hikaye (gerçek hayatta yaşanmış) üzerinden Çin’de çok büyüdüğü söylenen ekonomiyle birlikte iddia edilenin toplumun çeşitli katmanlarındaki karşılığını sorguluyor. Gelir dağılımının eşitsizliği ve bencillik üzerinden yönetmenin çizdiği resim nefes kesici ustalıkta sahnelerle dolu olsa da birbiriyle doğrudan bağı olmayan hikayelerin bir kısa film retrospektifi hissiyatı uyandırması etki gücünü belli oranda düşürüyor. Yıldız:* *
Festivalde her film şiddeti tüm çıplaklığıyla gösterme niyetinde değil, mesela Screen adlı derginin Berlinale de sekiz seçkin eleştirmene puanlar verdirerek oluşturduğu tabloda birinci çıkma başarısı gösteren, Şilili Gloria, orta yaşlı bir kadının hayatına odaklanıyor. Son derece özgür ruhlu, aşkı, cinselliği ve hayatın pek çok zevkini hangi yaşta olursa olsun çıkarmaya bakın diyor bu kadın. Böylesi hedonist bakışın bir çok film de bulunduğunu söylesek de, ellilerini devirmiş bir kadın üzerinden dile getirildiğine pek şahit olmuyoruz. Film filme de ismini veren başrol oyuncusunun rahatlığı, titiz senaryosuyla ve müzikleriyle son derece zevkli bir seyir sunuyor, Yıldız:* * * ona yakın bir seyir zevki İnside Llweyn Davis’te de mevcut. Coen Biraderlerin Bir Folk Şarkıcısı’nın hayata tutunabilme mücadelesini anlattığı film yönetmenlerin Barton Fink’ten bu yana yaptıkları en doğru dürüst işlerden biri deyip hakkını vermemiz lazım. 1960’ların Abd’sini gri’ye yakın mat tonlarda yansıtan yönetmen Hollywood reçetelerinin dışına çıkmaya çabalayan bağımsız yönetmenlerin sinemasına hoş sayılabilecek bir anı bırakıyor. Kara mizahın günümüz sinemasında karşılığı var mı diyenlere izletilebilecek olgunlukta bir film orta çıkıyor. Yıldız:* * Ancak Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinin başında gördüğüm Jim Jarmusch için aynı olumlamayı yapmak mümkün değil. Adem ve Havva karakterlerini günümüze hem de vampir olarak sokan yönetmen, filmin sonunda ikiliye dünyaya dair söylettiği bir iki cümle dışında elle tutulur hiçbir şey veremiyor. Nerede bir zamanların Broken Flowers’ının enfes senaryosu nerede bugünün Only Lovers Left Alive’ı diyorum. Yıldız:X
Etkinliğin sürprizi ise Japonya’dan geliyor. Hirokazu Kore-eda Like Father and Like Son ile ülkede bir dönem sık yaşanan karışan çocuk vakalarının güncel bir örneğine değiniyor. Çocuklarını altı yaşına kadar yetiştirdikten sonra durumdan haberdar olan iki ailenin hikayesi konusu itibariyle çok şaşırtıcı gelmese de ülke sinemamızdaki benzerlerinin bir çırpıda üzerine çıkan, melodramın tuzaklarına düşmeyerek şiirselliğiyle damakta hüzünlü bir tat bırakıyor. Biri iyi bir kariyere sahip olmanın diğeriyse paylaşımcılığın temsili iki aile üzerinden yönetmen çok çaktırmadan tarafını da belli ediyor, sevgisiz, salt kan bağına dayanan bir çocukluk, ne kadar doğru bir çocukluktur, bunu soruyor. Yıldız:* * * Bunun dışında Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden François Ozon’un cinselliği fahişelik yaparak tanıyan Young and Beauty’si de dikkatle izlenen, yönetmenin alışık olduğumuz sularında gezen, burjuva ahlakının sınırlarını zorlayan sürükleyici bir eser. Yıldız:* * Etkinlikte şiddet ve cinselliğin yanı sıra aile kavramına da öyle veya böyle vurgu yapan filmler bunlar. O filmlerden bir diğeri, 2 yıl önce A Seperation filmiyle sinema kamuoyundan örneğine çok rastlanmayacak bir destek gören Asghar Farhadi’nin ilk kez Fransa’da çektiği yeni filmi The Past; bir önceki filminin izinden gidiyor, neredeyse onun kadar kuvvetli denebilecek filmde Fransa’da yeni bir sevgili bulan kadının İrandan gelen eşi, bir önceki evliliğinden olan çocuğu, sevgilisinin çocuğu ve sevgilisinin komadaki eşi ile sevgilisinin yanında çalışan kadın arasındaki karmaşık ilişkiler ağını çözmeye çalışıyoruz film boyunca. Yine ayrılık, vicdan, sorumluluk gibi temel insani kavramları masaya yatıran filmde alabildiğine yoğun diyaloğun sinemanın öncelikle görsel bir sanat olduğunu az miktarda da olsa unutturması kuşkusuz tartışılabilir. Fakat böylesi çetrefilli, zaman zaman izleyiciyi yoran bir senaryodan yönetmenin alnının akıyla çıkması bile takdire şayan. Bir başka İranlı Abbas Kiarostami gibi bende yurtdışında film çekebilirim diyen Farhadi bu yolda daha çok ekmek yiyeceğe benziyor. Yalnız Kiarostami kendi minimalist biçemini özenle korurken Farhadi’nin yarattığı biçemin ana akım sinemaya daha yakın olduğunu söylemeliyiz. Yıldız:* * *
Adele, c'est moi !
Üzerinde bolca konuşulacak, yazılacak film ise Cannes’da hem ana jürinin hem de eleştirmenlerin ‘Palmiye’sini alan bu yılın en etkileyici filmi olduğunu tahmin ettiğim La Vie d’Adéle ya da İngilizce adıyla Blue is Warmest Colour. Ergenlik çağındaki Adéle’in cinselliği keşfedişini anlatıyor. Aslında Adéle’in cinselliği keşif yolculuğu cinsel eğiliminin ne olduğunu anlama yolculuğunu beraberinde getiriyor. Adéle kadınlardan daha çok hoşlanıyor. Bir barda tanıştığı Mavi saçlı güzel sanatlar öğrencisiyle sevgili oluyor ve yıllara yayılan bu birlikteliği tüm gelgitleri ile önümüze seriyor yönetmen. İlk elde, sinemanın da en çok işlediği temaların başında gelen aşkı anlatan bir filmin çok da şaşırılacak bir tarafı olmadığını söyleyenler muhakkak çatlak sesler çıkaracaktır. Yalnız buradaki aşkın alışılageldik heteroseksüel bir aşk olmadığının altını çizmeliyiz. Yönetmenin üç saat gibi son derece uzun bir süreye yayılan, izleyicinin sık sık dağılmasının an meselesi olduğu bu hikayeyi büyük bir incelikle ördüğünü, çiftin aralarında yaşanan her yaşam parçasını uzun uzun gösterdiğini ve bir noktadan sonra karşımızda lezbiyen bir çift olduğunu unuttuğumuzu söylemeliyim. Özellikle dakikalarca kesintisiz süren sevişme sahnelerinin Rubens’in, Michelangelo’nun tablolarına bakmak kadar estetik bir vurgusu var.
Yıllarca ahlaksızlık, hastalık olarak ifade edilen homoseksüelliğin aslında ne kadar da doğal bir şey olduğunu, aşık olunacak kişinin nasıl dini ya da etnisitesi yoksa cinsiyeti de olmayabileceğini söylüyor bu film. Cinselliğin üremeye dayalı bir eylem olmak zorunda olmadığını zevke kapı açtığını fısıldıyor. Sadece bunları söylemekle kalmıyor, aileler arasındaki sosyo-ekonomik farklılıkları yedikleri yemekler ve birlikteliklere bakışları üzerinden de önümüze seriyor. Şüphe yok ki son yıllarda homoseksüellik Xavier Dolan ve Andrew Haigh gibi yönetmenlerle perdeye sıkça taşınır olmuştu ama Abdellatif Kechiche onların yapmak istediklerini birkaç basamak yukarıya taşıyor, olaya bireysel olduğu kadar toplumsal ve sınıfsal bir merceğin ardından bakıyor ve kesinlikle iki başrol oyuncusunun yaratıcılığın da ötesinde ne varsa toplayıp ortaya koyduğu performanstan sonuna kadar yararlanarak yapıyor bunu. Kurduğu dil ile Fransız sinemasının ustaları François Truffaut, Robert Bresson gibi isimlerin izinde gittiği söylenebilecek yönetmenin izleyiciye geçirdiği güçlü duygunun asıl çarpıcı yanı cinsel eğiliminizin ne olduğuna bakmaksızın film bittiğinde başka bir Fransız Gustave Flaubert’in ünlü çıkışını hatırlatıp size söyletebilmesi: C’est moi ! (Bu benim !). Yıldız:* * * *
Filmlere topluca bakıldığında, birçok insanın tabulardan, sınırlardan arındırılmış bir dünyada yaşamaya duydukları özlem, bunun içinde cinselliği de tüm bastırılmışlıkların ardında özgürce yaşayabilme isteği göze çarpıyor, ne var ki dünya tüm ilerlemelere rağmen devasa sınırlarla çevrili bir hapishane ve hala orman kanunları hüküm sürüyor. 7.sanat işte burada başlıyor, dünyayı daha güzel bir yer yapar mı bilinmez ama bir model bir sığınak olmaya, insandan umut kesmemizi salık vermeye devam edecek , biz de böylesi filmleri izlemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder