15 Ağustos 2013 Perşembe

Kitap İnsanlar, Duran İnsanlar, Duran Sinemalar


Sinema tarihinin gelişimi toplumsal/kültürel/politik/ekonomik hareketlerle sıkı ilişkiler içinde. Sovyet Devriminin göbeğinden geçen, iki tane dünya savaşının yıkıcılığını sonuna kadar yaşayan, 68 öğrenci hareketlerine, Berlin duvarının yıkılışına tanıklık eden bir sanat sinema: yakınçağın sanatı. Sinemanın 7.sanat olarak addedilmesi de böyle dönemlerle yakından ilişkili. Sanat biraz da çağına tanıklık etmekse o tanıklık onu geliştirmiş yerine göre değiştirmiş ve dönüştürmüş. Eisenstein’ın diyalektik kurgu anlayışından tutun da ikinci dünya savaşı sonrası faşizmin çöktüğü fakat yoksulluğun süregeldiği İtalya’da ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik akımına oradan Fransa’ya sıçrayan Yeni Dalga’ya, ve filizlenen ‘’auteur’’ -yaratıcı yönetmen- yani yönetmeni de yazar gibi eserinin tek sahibi olarak gören anlayışa kadar sinemadaki kırılma noktalarının toplumsal hareketlerle ve dönüşümlerle ilişkili olduğunu söylemek mümkün.
Vittorio de Sica’nın Yeni Gerçekçilik akımının da başyapıtı olarak görülen 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları filmi ikinci dünya savaşı sonrası İtalyan toplumunun içinde bulunduğu ekonomik çaresizliği bir baba ve çocuğu üzerinden anlatır, filmde yoksulluk üzerine tek bir kelime dahi telaffuz edilmemesine rağmen insanlar filmin adını bilmese ve filmin adını sorsanız yoksulluk demesi güçlü ihtimaldir. Jean-Luc Godard’ın, François Truffaut’un Costa Gavras’ın, Ken Loach’un filmleri bu bağlamda politik perspektifi daha güçlü filmler olarak anılır. Ülkemize gelince batı ile aynı süreçlerden geçtiğimiz kuşkusuz ki söylenemez, dolayısıyla sinemamız için de böyle bir durum söz konusu. Yılmaz Güney’in çabalarını bir derece dışarıda tutarsak, gücünü günümüz mevcut toplumsal dinamiklerden alan etkili bir sinemaya pek rastlayamıyoruz. Örneğin Belçikalı Dardenne Kardeşlerin yaptığı belgeselvari sinemanın bir benzeri bu topraklarda yok. Aynı şekilde dünyada belli nitelikleri ve benzerlikleriyle İran sineması diye olgu varken Türkiye sineması diye bir olgudan henüz söz edebilmek mümkün değil. Varşova Paktı’ndan dağılan ülkelerden biri olan Romanya, 2000’li yıllarda çok sayıda yönetmeniyle omuz kamerası stilini başarıyla uygulayan bir Yeni Romanya sineması ortaya çıkardı, tabii bunda komünist dönemde sinema okullarına yapılan yatırımın payı da yok değil fakat asıl gücünü yakın zamanda birbirine zıt iki ekonomik modeli ve de yaşam biçimini deneyimleyen halktan aldığını belirtmek lazım. Örneğin Cristian Mungiu’nun 5 yıl arayla çektiği iki film bu iki dönemi iki genç kızın yaşadıkları üzerinden ustalıkla perdeye yansıtıyor. İlki olan 4 Ay 3 Hafta 2 Gün ‘de Çavuşesku döneminde yasadışı kürtaj yapmak zorunda insan seküler/materyalist bir otoriteryanizmin kurbanıyken, günümüzde aynı insan Tepelerin Ardı’nda filminde sevdiğine kavuşmak için çabaladığında ortaçağı andıran dini bir otoriteryanizmin kurbanı oluyor. Belli ki Mungiu biraz karamsar, rejimler değişse de insanın canavar kaldığı, iktidarın kötücüllüğünün değişmediği gibi çıkarımlarda bulunuyor. Fakat iki hikayenin yaşanmış olaylardan yola çıkarak yazıldığı gerçeğini de unutmamak lazım.
Geçtiğimiz yıl Altın Koza’da izlediğimiz filmler de Türkiye sinemasına dair buruk umutlarımızı yeşertmişti. O seçki belki de Türkiye’nin de en azından içerik olarak Yeni Romanya sinemasının ilk günlerini yaşayabileceğine dair kırıntıların olduğunu muştulamıştı. Filmlerin büyük çoğunluğu ülkemizin yaşadığı değişim ve dönüşümlere dairdi. İstenmeyen gebeliğe dair 3 film, kentsel dönüşüme, doğrudan yaşam biçimine müdahaleye, Kürt sorununa ve çocuk gelinler sorununa dair filmler bulunmaktaydı. Festivalden kısa bir süre sonra BBC’den Dorian Jones* Türkiye sinemasına dair ele aldığı bir yazıda ülkenin politik ve kültürel dönüşümlerden geçmesinin yönetmenlere besin kaynağı olduğundan bahsediyordu, hatta bir filmin Arjantin Yeni Dalga’sıyla paralelliklerine dikkat çekildiğini belirtiyordu. Benim en dikkatimi çeken konuysa Avm inşaatlarının artması, bağımsız sinema işletmecilerinin kiraları ödemekte zorlanması, sinema salonlarının Avm’lere hapsolması meselesiydi, diğer bir deyişle bağımsız/sanat filmlerinin kendine yer bulma alanının giderek yok olması meselesi. Bu yazıyı okuduğum gün sinemamızı tektipleştiren, çeşitliğini, zenginliği tıkayan, farklı yapımların seyirciyle buluşmasını zora sokan bu olumsuz durumun özellikle farklı olarak nitelenen filmlerin niteliğini arttırabileceğini, ve yazımın başlarında ifade ettiğim gibi Romanya sineması gibi bir yükselişe emin adımlarla yol almasını sağlayabileceğine dair hisler edindim.
Her ne kadar sinemanın ekonominin kavramları dışında açıklanması imkansız görünse de tüketim kültürünün bir parçası olmadığını ifade eden filmler ve bu filmlere ev sahipliği yapmış salonlar olduğunu biliyorum . Eskişehir’de Kılıçoğlu sineması, İzmir’de Konak sineması, İstanbul’da Emek sineması, Beyoğlu sineması… İşte bu salonlar o kentin insanlarına bir müşteriden çok sinemasever olduklarını hatırlatan, içinde birçok yaşanmışlığı barındıran, insanı mekanikleştiren bir ortamın değil de bir arada olmanın vurgusu yapan mekanlardı. Bu mekanlar birer birer kapandı ya da kapanacak, kapanmakla kalmayacak yerine büyük Avm’ler yapılacaktı. Bu yüzden uzun bir süredir İstanbul’daki Emek sineması için gösteriler düzenleniyordu. Yıkımın gerçekleşmesine yakın bu gösteriler daha da sıklaştı ama 21 Mayıs’ta Emek sineması tamamen yıkıldı, o dozerler 6 gün sonra Taksim Gezi Park’ındaki ağaçlara yöneldi. Önce küçük çaplı bir tepki dile getirildi ve bu tepki giderek büyüdü, polisin uygulamakta ısrarcı olduğu şiddet 31 Mayıs-1 Haziran günlerinde o tepkiyi Türkiye tarihinin süresi, kapsamı ve çeşitliliğiyle en büyük halk isyanlarından birine dönüştürmüştü. Öyle ki ilk saatlerde Türkiye medyası olayları görmezden gelirken dünyanın birçok saygın haber kanalı Taksim’den saatlerce canlı yayınlar yapmıştı.
Bu olaylar sırasında yıllar önce izlediğim bir film aklıma geldi ve sonra tekrar izledim. Ray Bradbury’nin 1951’de ilk defa basılan romanından sinemaya uyarlanan Fahrenheit 451**. Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinden François Truffaut’un 1966 yapımı filminde İtfaiye erleri ülkede çıkan yangınları söndürmek yerine evleri arayıp buldukları kitapları yakıyorlar çünkü evlerde kitap bulundurmak yasak. İktidarın insanların kafasını karıştırır, asosyal yapar, mutsuz eder gibi inançları var. Zaten bu yönetim biçiminden ötürü toplumun büyük kesimi de hayatında kitap görmemiş, evlerinde kitap barındıran az sayıdaki insansa yasadışı bir iş yapmakta. Halkın çoğunluğu yazılı kültürden uzak televizyonda dayatılan görüntülere boş boş bakmaktan başka bir şey yapmıyor, dolayısıyla insanlar arasında sevgisizlik had safhada. Sokaklarda posta kutuları var. Bunlar çevresinde kitap sakladığını gördüğü insanları itfaiyeye şikayet etmek isteyenler için yapılmış. Ayrıca itfaiye erleri ne kadar çok kitap yakarsa işinde o ölçüde terfi alıyor. Filmin ana karakteri Montag o terfiyi alacak erlerden biri fakat bir gün trende bir kadınla tanışıyor. (karısıyla bu kadını aynı kişi oynuyor) Öğretmen olan o kadın Montag’a yaktığı kitaplardan birini okuyup okumadığını soruyor ve Montag’ın etkilendiği bu kadın onun içsel dönüşümünün de başlangıcı oluyor. Gizlice kitapları okumaya koyuluyor ve okudukça yaptığı işe yabancılaşıyor. Ancak bu zamansız ve mekansız evrende kitap okumaya devam etmesi çok zor çünkü kısa bir süre sonra itfaiyeci arkadaşları onun da evine kitap yakmak için geliyor. Tanıştığı kadın ona ‘’kitap insanlar’’ adında bir örgütten bahsediyor. O da oraya doğru kaçıyor. Burada herkes elinde yakılmaktan kurtardığı bir kitabı ezberliyor ve kitaplar yakılsa da o insan artık o kitabın adıyla anılıyor ve ölmeden önce o kitapta yazanları başkasına iletiyor. Böylece kitaplar yakılsa da bir kitap olmayı seçen insanlar sayesinde kitaplar yaşamaya devam ediyor ve bir gün devir döndüğünde bu kitapları yazılı materyal olarak basma umudu sürmüş oluyor.
Film bilimkurgu türünde fütürist bir yaklaşımı dile getiriyor olsa da anlattıkları dünyaya ve ülkemize dair çok fazla çağrışıma neden oluyor , en gerçekdışı görünenin bile sanatın imbiğinden geçtiğinde hayatın ne kadar da içinde olduğuna dair bir film . Tabii ki bu filmin savıyla 31 Mayıs sonrası Türkiye’de yaşanmış olaylar arasında farklar var. Birinde yazılı kültür başat konumdayken diğerinde teknolojinin nimetleri başat konumdaydı, yazılı bir şeylerden bahsedilecekse twitter denen sosyal paylaşım aracının 140 karakterlik ifade biçimine sıkışmış durumdaydı, belki teknolojiyi eylem biçimine çevirebilmek gibi bir yeniliği de vardı ve üniversite okuyan kesimin öncülüğünden ötürü az da olsa kitap okuma eylemlerini de kapsadı. Fakat asıl önemli olan dönemler ve araçlar değişse de ortak bir özü barındırması. Gezi Parkı eylemlerinde Taksim meydanının ve parkın eylemcilerden temizlendiği insanların gruplar halinde meydana giremediği günlerde bir adam tek başına meydanda hareketsizce durmuştu. Gruplar halinde toplanıp slogan atan,yürüyen insanlara karşı önlem alan polis haliyle bu adama müdahale edemedi ve ilerleyen saatlerde onlarca insan meydanın değişik yerlerinde durmaya başladılar ve polisler büyük bir eylemin içinde olduklarını epey sonra fark ettiler. Duran insanlar ve kitap insanlar; ikisinin de ortak özelliği sivil itaatsizliğin sınırları içerisinde yaratıcı bir eylem biçimi gerçekleştirebilmek, yasaklara karşı kendi meşru alanını yaratabilmekti, tek tek bireylerden kolektif bir hareket oluşabileceğini göstermek…
Sonuçta aynı ölçekte olmasa da bir yönüyle Çavuşesku sonrası Romanya gibi, bir yönüyle milenyumun başındaki Arjantin gibi, bir yönüyle De Gaulle’ün Fransa’sı gibi Türkiye de ciddi dönüşümlerin eşiğinde ve kim ne derse desin bence yakın zamanda yaşananlar, Avrupa’da (Paris 68), Amerika’da (Seattle 99) kıvılcımlanan güçlü toplumsal-kültürel isyanların Türkiye’deki ilk karşılığı olarak tarihe geçti. Etkileri zaman içerisinde daha iyi anlaşılacak İstanbul kökenli öfkenin bu kadar büyümesinin nedenlerinden biri de birçok kişinin dile getirdiği gibi Emek sinemasının yıkılışına mani olamamaktı. Şimdi oradan da güç alan bu hareket sinemamıza ne katacak, artık tartışılması gerekenlerden biri de bu. Dorian Jones’un yazısını okurken kendi kendime duyumsadığım, bu Avm’lerin ‘’has sinema’’ ile izleyici ilişkisinin önünü tıkaması dolaylı olarak ülke sinemasında yavaş yavaş temelleri atılan bir nevi Rönesans’a neden olur mu cümlesi gözüme artık daha canlı geliyor çünkü yoksunluğun yaratıcılığı tetiklediğini, sinemanın da kriz dönemlerinde yükselişe geçtiğini biliyorum.
Emek sinemasında kapanan bir devir Yeni Türkiye sinemasında küllerinden doğacak mı dendiğinde, sanırım öyle olacak diyebilirim, en azından tarihsel verilerin bizi o yöne sürüklediği bilinen bir gerçek.
* http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-20174903 * * Film, ismini kitap kağıdının 451 Fahrenheit derecede tutuşmasından alıyor.