27 Aralık 2013 Cuma

2013'ÜN EN İYİ FİLMLERİ

10- BEFORE MİDNİGHT (GECEYARISINDAN ÖNCE)
Bağımsız Amerikan sinemasından gelen bu örnek, Fransız filmlerine öykünüyor gibi. En dikkat çekici yanıysa aynı oyuncularla bir ilişkilinin yaklaşık on'ar yıllık periyodunun üçüncü ayağı olması, böylesine bir sürecin filmi olduğundan haberdar olmayıp sadece bu ayağı izleyen bile oyuncuların dakikalarca süren diyaloglarına hayret edecektir.
9- LİKE SOMEONE İN LOVE (BİRİNİ SEVMEK GİBİ)
Kiarostami'nin son filmi kimilerince kariyerinin en kötü filmi olarak lanse edilse de bir gün bile süremeyen, öncesi ve sonrası olmayan ancak o azıcık zamanda bile Japonya'dan çok değerli bir kesit sunmasıyla ve yaratıcı minimalist sinemanın gereklerini yerine getirmesiyle çarpmasa bile takdirimi kazanmıştı. Cüneyt Cebenoyan'ın dediği gibi senaryosu olmayan bir filmden ziyade, Guy Lodge'un dediği gibi senaryo ödüllük bir film bile olabilir, senaryo ille de belli kalıpları kusursuz uygulamak olmak zorunda mı? Başı sonu olmadan da vermek istediğini veriyorsa film neden olmasın...
8- V TUMANE (SİSİN İÇİNDE)
Sergei Loznitsa'nın 72 planda savaşın soğukluğunu anlatma denemesi, ilk kurmacası Mutluluğum'dan biraz daha şık biraz daha derli toplu olsa da yönetmen ilk filminin özellikle ilk yarısındaki sürükleyici atmosferden çok az da olsa taviz vermiş. Açıkçası yönetmeninden daha güçlü bir hamle beklemekteydim. En azından Rus sinemasının, taa Tarkovski'ye, daha da öncesine giden duygusunu izleyicisine geçirdiği benim bugün bildiğim yegane yönetmen. Zyvagintsev tekrar kendine gelirse o da katılır elbet.
7- DA-REUN NA-RA-E-SEO (BAŞKA ÜLKEDE)
Koreli yönetmen Hong Sang Soo'nun İsabelle Huppert'i başrolde oynattığı film aynı Avrupalı (Huppert) ancak farklı görünümlerdeki kadının Kore'deki kısa tatillerinde hepsi birbirine benzeyen ama farklı yaşantılarını anlatıyor. Film ilginç senaryosu ve yerele içerden bakan sempatikliğiyle hoş bir deneyim sunuyordu. !f etkinliğinde izlediğim filmde yanımda oturan kızın ee hep aynı kadın aynı hikaye gibi serzenişi de keşke duymasaydım, hala aklımda!
6- JEUNE ET JOLİE (GENÇ VE GÜZEL)
François Ozon hemen her filmiyle belli bir standardı yakalayan önemli bir auteur. Cinsellik, voyörizm (röntgencilik) burjuva ahlakı gibi meseleleri ısrarla irdeleyen yönetmenin bu filminde, bir genç kız toplumun dayattığı biçimin dışına çıkarak cinselliği fahişelik yaparak öğreniyor. İzleyici de sorularla baş başa kalıyor. Anlatım dili, senaryosu ve başroldeki kadın oyuncunun performansıyla ortaya yine iyi iş çıkıyor.
5- POST TENEBRAX LUX (KARANLIKTAN AYDINLIĞA)
Carlos Reygadas'ın filmi listede vizyon görmeyen filmler arasında aldığı yönetmenlik ödülüne rağmen en başından beri vizyon görmeyeceği en kesin gözüyle bakılacak film. 2 kez izlenmeyi hak eden film, yoğun şiirselliyle dikkat çekiyor. Ülkemizdeki sinemalar Reygadas filmlerini göstermemeye devam etsin biz sanki onun filmlerini listelerimize almaya devam edeceğiz.
4- DE ROUİLLE ET D'OS (PAS VE KEMİK)
Jacques Audiard'ın son filmi listeye girmeyi kılpayı kaçıran Water Salles'ın On The Road'uyla birlikte izlediğim Hollywood'vari filmlerden biri. Audiard Fransız olmasına rağmen genel kitlenin de izleyebileceği tür filmleri yapıyor. Suç filminden sonra bu sefer melodrama kayan yönetmen auteur sinemasının estetik bütünlüğünden de taviz vermeyen bir yönetmenlik gösterisi sunuyor. Ve sanırım her kesimin ciddi ölçüde ilgisini çekebiliyor. Tür sinemasının sığ bir şey olduğunu düşünen bana bile film bittiğinde; duygusuyla, sürükleyiciliğiyle, görselliğiyle ne film izledik be dedirtebiliyor.
3- JAGTEN (AV)
Vinterberg'in cadı avı/mahalle baskısını irdelediği filmi alabildiğine Amerikan bir mesele gibi görünse de meseleyi tipik bir suçlu kim hikayesinden çıkarıp (kahramanın suçlu olmadığını söyleyip) toplumdaki ilişkilerin ne kadar basit biçimde kopup tehlikeli boyutlara varabileceğini gösteren bir mini ders olduğunu söylemek gerekli.
2- DUPA DEALURİ (TEPELERİN ARDINDA)
Mungiu'nun 4 Ay 3 Hafta 2 Gün'den nispeten uzunca bir süre sonra (5 yıl) yaptığı Tepelerin Ardında aslında bir önceki filmin bir nevi devamı gibi de okunabilir. Yine iki genç kız, sistemin üzerlerindeki baskısı. Yalnız farklı olan dönemler. Bir önceki film kömünizm bu ise muhafazarlık baskısı altında geçiyordu. Filmin ilginç taraflarının biri izleyicisini son sahneye kadar acaba ortaçağda mı geçiyor bu film ilüzyonuna kaptırması. Hayır 21.yüzyılda geçebiliyor dedirtmesi sanırım. Her ne kadar bir önceki filmin şaşkınlığını aynı ölçüde yaşayamasam da dört başı mamur bir film olduğunu söylemeliyim.

1- LA VİE D'ADELE (MAVİ EN SICAK RENKTİR)
Mavi En Sıcak Renktir afişinde de Elle Magazine'den bir yazarın ifade ettiği gibi sinema tarihinin en iyi, en duygu yüklü aşk filmleri arasında yerini aldı. Evet, bütün sanatların olduğu gibi sinemanın da ne yapıp edip döndüğü aşk teması etrafında sanki bu filmi bir yerlerden izlemişiz hissi yaratsa da, film birkaç açıdan değer kazanıyor. İlki ve bence en önemlisi tüm dalgalanmalarıyla tipik bu aşk filminin aynı cinsten iki kişi arasında geçmesiydi, kendi adıma yer yer çiftin lezbiyen olduğunu bile unuttum. Filmin böyle bir ilişkinin de öbüründen bir farkı olmadığını hemen her yönüyle cüretkarca sergilemesi değerliydi. Filmin diğer önemli yanıysa 3 saat gibi fevkalade uzun bir süreye yayılmasına rağmen bir an olsun çuvallamaması. Bunu başarmak kuşkusuz zor bir iş. Cannes'da 2.5 saatlik kalburüstü birçok filme (Dupa Dealuri, Bir Zamanlar Anadolu gibi) süresi sebebiyle eleştiride bulunan isimlerin bu filme çıtı çıkmadı, ya da ben görmedim. Filmin diğer önemli özelliğiyse Beyaz Bant'daki (Das Weisse Band) çocuklar ve Bir Kahin'deki (Un Prophete) Tahar Rahim'in oyunculuklarından beri (4 yıl sonra) bu denli dışavurumcu, gücünü doğallıkla yaratıcılığın en üst düzeydeki bileşimden alan oyunculukları görmek oldu. Her sene oldukça iyi oyunculuklar tabii ki görüyoruz ama bu kadarını her zaman göremiyoruz. Özellikle ikilinin ilk sert kavgalarını yaşadıkları ve yıllar sonra kafede buluştukları sahneler eminim oyunculuk okullarında uzun yıllar izletilecektir.
Not: Bu yıl listeye kattığım vizyon dışı filmler de epey fazla. Karanlıktan Aydınlığa, Başka Ülkede, Sisin İçinde ve Birini Sevmek Gibi henüz vizyon göremedi, ama ne yapalım ki listemize sızabildi...

10 Kasım 2013 Pazar

Filmekimi 2013

Filmekimi bu sene 12.kez sinemaseverlerle buluştu. 10. yıldan itibaren İstanbul dışındaki kentlere de uğrayan, bir tür Gezici sinema hüviyetine de sahip bu mini festival her zaman olduğu gibi az ama öz içeriğiyle birçok izleyiciyi tatmin etmişe benziyor. Kendi adıma Türkiye’deki film festivalleri içinde tatmin ediciliği en yoğun festival olduğunu söylersem abartmış olmam. Bu yoğunluğun kaynağının o yıl içerisinde dünyanın en saygın festivallerinde gösterilmiş, gerek eleştirmenler gerekse izleyiciler tarafından belli bir beğeniyle, çokça da ödülle karşılanmış filmlerden aldığını belirtmek lazım. Bu yıl da bu niteliğinden ödün vermeyen etkinlikte benim payıma da dokuz film düştü. Bu filmlerin sekizinin dünyanın bir numaralı sinema olayı olduğu söylenebilecek Cannes’dan geldiğini ve altısının ‘Resmi Seçki’de çeşitli taltifler gördüğünü belirtmeliyim.
İlk izlediğim film; Amat Escalante’ye Cannes’da genç yaşında ‘Mizansen Ödülü’ -ki Türkiye’de yönetmenlik deniyor- bahşeden Heli Meksika’da mütevazi yaşamları olan bir aileyi odağına alıyor. Ne var ki yaşadıkları coğrafya suç ve şiddetin kol gezdiği bir yer. Evin küçük kızının kolluk kuvvetlerindeki sevgilisinin iki paket uyuşturucuyu bu ailenin evine saklaması ve abisinin bu paketleri bulup imha etmesiyle gelişen olaylar, askeri üniformalı kişilerin bu ailenin hayatını mahvetmesine kadar gidiyor. Burada film boyunca açıkça dillendirilmeyen ama alttan alta sezdirilen bir sorun var: Neden uyuşturucu çeteleri devletin üniformasını giyer, yoksa devlet bu çetelerle işbirliği içerisinde midir? Tabii ki öyledir. O halde film bize ülkede güvenliği sağlayacak birimler suçun ta kendisiyse kime güveneceğiz sorusunu soruyor ve bir kez daha sanatın gücünü evrensel ve güncel oluşu üzerinden aldığını kanıtlıyor. Bu yönden oldukça değerli bulduğum eser , yer yer yaratıcı mizansen kırıntılarına sahipse de ödül aldığı bu kategoriden ziyade parmak basmak istediği sorunun ciddiyeti ve yakıcılığıyla ön plana çıkıyor. Yıldız:* *
Aynı gün izlediğim diğer film Jia Zhang-ke’nin A Touch of Sin’i ise şiddeti başka bir coğrafyaya kapitalizmin yeni prensi Çin’e taşıyor. Beş farklı hikaye (gerçek hayatta yaşanmış) üzerinden Çin’de çok büyüdüğü söylenen ekonomiyle birlikte iddia edilenin toplumun çeşitli katmanlarındaki karşılığını sorguluyor. Gelir dağılımının eşitsizliği ve bencillik üzerinden yönetmenin çizdiği resim nefes kesici ustalıkta sahnelerle dolu olsa da birbiriyle doğrudan bağı olmayan hikayelerin bir kısa film retrospektifi hissiyatı uyandırması etki gücünü belli oranda düşürüyor. Yıldız:* *
Festivalde her film şiddeti tüm çıplaklığıyla gösterme niyetinde değil, mesela Screen adlı derginin Berlinale de sekiz seçkin eleştirmene puanlar verdirerek oluşturduğu tabloda birinci çıkma başarısı gösteren, Şilili Gloria, orta yaşlı bir kadının hayatına odaklanıyor. Son derece özgür ruhlu, aşkı, cinselliği ve hayatın pek çok zevkini hangi yaşta olursa olsun çıkarmaya bakın diyor bu kadın. Böylesi hedonist bakışın bir çok film de bulunduğunu söylesek de, ellilerini devirmiş bir kadın üzerinden dile getirildiğine pek şahit olmuyoruz. Film filme de ismini veren başrol oyuncusunun rahatlığı, titiz senaryosuyla ve müzikleriyle son derece zevkli bir seyir sunuyor, Yıldız:* * * ona yakın bir seyir zevki İnside Llweyn Davis’te de mevcut. Coen Biraderlerin Bir Folk Şarkıcısı’nın hayata tutunabilme mücadelesini anlattığı film yönetmenlerin Barton Fink’ten bu yana yaptıkları en doğru dürüst işlerden biri deyip hakkını vermemiz lazım. 1960’ların Abd’sini gri’ye yakın mat tonlarda yansıtan yönetmen Hollywood reçetelerinin dışına çıkmaya çabalayan bağımsız yönetmenlerin sinemasına hoş sayılabilecek bir anı bırakıyor. Kara mizahın günümüz sinemasında karşılığı var mı diyenlere izletilebilecek olgunlukta bir film orta çıkıyor. Yıldız:* * Ancak Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinin başında gördüğüm Jim Jarmusch için aynı olumlamayı yapmak mümkün değil. Adem ve Havva karakterlerini günümüze hem de vampir olarak sokan yönetmen, filmin sonunda ikiliye dünyaya dair söylettiği bir iki cümle dışında elle tutulur hiçbir şey veremiyor. Nerede bir zamanların Broken Flowers’ının enfes senaryosu nerede bugünün Only Lovers Left Alive’ı diyorum. Yıldız:X
Etkinliğin sürprizi ise Japonya’dan geliyor. Hirokazu Kore-eda Like Father and Like Son ile ülkede bir dönem sık yaşanan karışan çocuk vakalarının güncel bir örneğine değiniyor. Çocuklarını altı yaşına kadar yetiştirdikten sonra durumdan haberdar olan iki ailenin hikayesi konusu itibariyle çok şaşırtıcı gelmese de ülke sinemamızdaki benzerlerinin bir çırpıda üzerine çıkan, melodramın tuzaklarına düşmeyerek şiirselliğiyle damakta hüzünlü bir tat bırakıyor. Biri iyi bir kariyere sahip olmanın diğeriyse paylaşımcılığın temsili iki aile üzerinden yönetmen çok çaktırmadan tarafını da belli ediyor, sevgisiz, salt kan bağına dayanan bir çocukluk, ne kadar doğru bir çocukluktur, bunu soruyor. Yıldız:* * * Bunun dışında Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden François Ozon’un cinselliği fahişelik yaparak tanıyan Young and Beauty’si de dikkatle izlenen, yönetmenin alışık olduğumuz sularında gezen, burjuva ahlakının sınırlarını zorlayan sürükleyici bir eser. Yıldız:* * Etkinlikte şiddet ve cinselliğin yanı sıra aile kavramına da öyle veya böyle vurgu yapan filmler bunlar. O filmlerden bir diğeri, 2 yıl önce A Seperation filmiyle sinema kamuoyundan örneğine çok rastlanmayacak bir destek gören Asghar Farhadi’nin ilk kez Fransa’da çektiği yeni filmi The Past; bir önceki filminin izinden gidiyor, neredeyse onun kadar kuvvetli denebilecek filmde Fransa’da yeni bir sevgili bulan kadının İrandan gelen eşi, bir önceki evliliğinden olan çocuğu, sevgilisinin çocuğu ve sevgilisinin komadaki eşi ile sevgilisinin yanında çalışan kadın arasındaki karmaşık ilişkiler ağını çözmeye çalışıyoruz film boyunca. Yine ayrılık, vicdan, sorumluluk gibi temel insani kavramları masaya yatıran filmde alabildiğine yoğun diyaloğun sinemanın öncelikle görsel bir sanat olduğunu az miktarda da olsa unutturması kuşkusuz tartışılabilir. Fakat böylesi çetrefilli, zaman zaman izleyiciyi yoran bir senaryodan yönetmenin alnının akıyla çıkması bile takdire şayan. Bir başka İranlı Abbas Kiarostami gibi bende yurtdışında film çekebilirim diyen Farhadi bu yolda daha çok ekmek yiyeceğe benziyor. Yalnız Kiarostami kendi minimalist biçemini özenle korurken Farhadi’nin yarattığı biçemin ana akım sinemaya daha yakın olduğunu söylemeliyiz. Yıldız:* * *
Adele, c'est moi !
Üzerinde bolca konuşulacak, yazılacak film ise Cannes’da hem ana jürinin hem de eleştirmenlerin ‘Palmiye’sini alan bu yılın en etkileyici filmi olduğunu tahmin ettiğim La Vie d’Adéle ya da İngilizce adıyla Blue is Warmest Colour. Ergenlik çağındaki Adéle’in cinselliği keşfedişini anlatıyor. Aslında Adéle’in cinselliği keşif yolculuğu cinsel eğiliminin ne olduğunu anlama yolculuğunu beraberinde getiriyor. Adéle kadınlardan daha çok hoşlanıyor. Bir barda tanıştığı Mavi saçlı güzel sanatlar öğrencisiyle sevgili oluyor ve yıllara yayılan bu birlikteliği tüm gelgitleri ile önümüze seriyor yönetmen. İlk elde, sinemanın da en çok işlediği temaların başında gelen aşkı anlatan bir filmin çok da şaşırılacak bir tarafı olmadığını söyleyenler muhakkak çatlak sesler çıkaracaktır. Yalnız buradaki aşkın alışılageldik heteroseksüel bir aşk olmadığının altını çizmeliyiz. Yönetmenin üç saat gibi son derece uzun bir süreye yayılan, izleyicinin sık sık dağılmasının an meselesi olduğu bu hikayeyi büyük bir incelikle ördüğünü, çiftin aralarında yaşanan her yaşam parçasını uzun uzun gösterdiğini ve bir noktadan sonra karşımızda lezbiyen bir çift olduğunu unuttuğumuzu söylemeliyim. Özellikle dakikalarca kesintisiz süren sevişme sahnelerinin Rubens’in, Michelangelo’nun tablolarına bakmak kadar estetik bir vurgusu var.
Yıllarca ahlaksızlık, hastalık olarak ifade edilen homoseksüelliğin aslında ne kadar da doğal bir şey olduğunu, aşık olunacak kişinin nasıl dini ya da etnisitesi yoksa cinsiyeti de olmayabileceğini söylüyor bu film. Cinselliğin üremeye dayalı bir eylem olmak zorunda olmadığını zevke kapı açtığını fısıldıyor. Sadece bunları söylemekle kalmıyor, aileler arasındaki sosyo-ekonomik farklılıkları yedikleri yemekler ve birlikteliklere bakışları üzerinden de önümüze seriyor. Şüphe yok ki son yıllarda homoseksüellik Xavier Dolan ve Andrew Haigh gibi yönetmenlerle perdeye sıkça taşınır olmuştu ama Abdellatif Kechiche onların yapmak istediklerini birkaç basamak yukarıya taşıyor, olaya bireysel olduğu kadar toplumsal ve sınıfsal bir merceğin ardından bakıyor ve kesinlikle iki başrol oyuncusunun yaratıcılığın da ötesinde ne varsa toplayıp ortaya koyduğu performanstan sonuna kadar yararlanarak yapıyor bunu. Kurduğu dil ile Fransız sinemasının ustaları François Truffaut, Robert Bresson gibi isimlerin izinde gittiği söylenebilecek yönetmenin izleyiciye geçirdiği güçlü duygunun asıl çarpıcı yanı cinsel eğiliminizin ne olduğuna bakmaksızın film bittiğinde başka bir Fransız Gustave Flaubert’in ünlü çıkışını hatırlatıp size söyletebilmesi: C’est moi ! (Bu benim !). Yıldız:* * * *
Filmlere topluca bakıldığında, birçok insanın tabulardan, sınırlardan arındırılmış bir dünyada yaşamaya duydukları özlem, bunun içinde cinselliği de tüm bastırılmışlıkların ardında özgürce yaşayabilme isteği göze çarpıyor, ne var ki dünya tüm ilerlemelere rağmen devasa sınırlarla çevrili bir hapishane ve hala orman kanunları hüküm sürüyor. 7.sanat işte burada başlıyor, dünyayı daha güzel bir yer yapar mı bilinmez ama bir model bir sığınak olmaya, insandan umut kesmemizi salık vermeye devam edecek , biz de böylesi filmleri izlemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

31 Ekim 2013 Perşembe

Mizansen Ödülü'nün Gizemi ve Reygadas'ın Mini Başyapıt'ı


Yıllardır Cannes Film Festivali'ni takip ederim, henüz o şaşaalı Rivera'ya ayak basmışlığım yok ama her sene Mayıs ayını iple çekerim, çünkü ileriki aylarda izleyeceğimiz önemli filmlerin büyük bölümü burada ilk kez görücüye çıkar. Cannes Film Festivali'nin sanat ve ticaret arasında kurduğu sarsılmaz denge, bir yanı yaşayan sinemanın sık sık içerik açısından da hemen her zaman biçim açısından da en çarpıcı örneklerini sunarken; diğer yanıyla kırmızı halısı, yıldızları, magazinelliğiyle tartışılıyor, bu konular üzerine apayrı bir yazı hatta kitap yazılacak ölçüde değerli (zaten hali hazırda İngilizce yazılmış 2 kitap mevcut). Ben bu yazıda onlara değinemeyeceğim. Ancak yazının sonlarına doğru o festivalden ödül almış bir filmden bahsetmek istiyorum. Carlos Reygadas'dan Post Tenebras Lux (Karanlıktan Aydınlığa). Film 2012 festivalinde 'En İyi Mizansen', yani İngilizce ve Türkçe'deki tabiriyle Director/Yönetmen ödülünü kucakladı, tuhaf biçimde ödül töreninden önce bu ödülü alabilecek bir kaç filmden biri olduğunu düşünüyordum. Şayet bunda Reygadas'ın 5 yıl önceki Sessiz Işık'ını izlemiş ve yönetmeni takibe almış olmamın payı da olabilir. Ama beni böyle düşündürten asıl neden, festivalde eleştirmenleri bölen, filmden nefret eden izleyicilerin çokça olduğu filmlerin neredeyse her yıl düzenli biçimde 'Yönetmen Ödülü' ile taçlandırılması. Ben de bu düşünceyi oluşturan ilk örnek, 2009'da Brillante Mendoza'nın Kinatay ile bu ödülü alması olmuştu. Türkçe yazan eleştirmenler filmi çok zayıf bulduklarını ifade diyorlardı. Şalom'dan Victor Apalaçi yönetmenin karanlık bir otomobilin içinde nasıl film çekeceğini bilmediğini söyleyecek kadar ileri gidiyordu. Birgün'den Defne Gürsoy da hiç olmamış diyordu.
Screen adlı dergi her yıl çeşitli ülkelerden gelen 10 seçkin eleştirmene puanlama yaptırır, ve ödüllerden önce (ya da sonra) önünüze ciddiye alınacak bir tablo çıkar. İşte Kinatay o tabloda 1.2 puanla son sıralara demir atıyordu, düpedüz yarışmaya niye aldınız ki bunu demekti bu. Sonradan öğrendik ki o yıl jüride olan Nuri Bilge Ceylan festivalin en güçlü filmi demiş Kinatay'a. Hal böyle olunca, konusunun da ötesinde apayrı bir merak unsuruna dönüşüyordu film, neyse filmi izledikten sonra festivalin en iyi filmi olmasa bile en vurucu filmlerinden biri olduğunu kabul etmiştim, oldukça değerli bulmuştum. Zaten 2009 seçkisi bana göre muhteşem bir seçkiydi, 2012 ona epey yaklaşşa da o seçkiyi yakalayabilen bir yıl halen çıkmadı. Tabii ki bu kadar eleştirmenin neden filmi bu denli kötülediğini de hiç bir zaman tam olarak anlayamadım. Neyse 2011'de Drive da benzer akıbete uğradı, en azından bizim Cannes'daki eleştirmenler tarafından. Filmin apaçık B-film bozması olduğunu söylüyorlar. Cannes gibi ciddi ve seçkin bir arenada yeri olmadığını belirtiyorlardı. Gerçi yabancı basın o denli olumsuz bakmıyordu (HitFix'ten Guy Lodge'un filmi tereddütsüz Palmiye'ye layık görmesi de şaşırtıcı gelmişti). Gel gelelim o da malum ödülü aldı. İlginç biçimde bizim ülkenin ticari gösterim (vizyon) eleştirmenleri (Kinatay vizyon görememişti) Drive vizyona girdiğinde yerlere göklere koydular, yılın en iyi yönetmenliği, en iyi filmi, daha neler neler... Benim de bu blogta 2 yıl kadar önce yazdığım film gerçekten son derece estetik sahnelerle büyük keyif veriyordu ama B-filmdi sonuçta ne kadar biçimsel olarak farklı şeyler yapmaya çalışsa da. 2013'te ödülü alan Heli'de oldukça eleştirildi ilk gösterim de, beğenenleri de vardı kuşkusuz, o meşhur insanları ikiye bölen filmlerden yakıştırması yapılabilirdi, onun da vizyona girip girmeyeceğini bilmiyorum (Başka Sinema sayesinde girebilir).
Bu yıl aynı ödülü alan Heli'nin yönetmeni Escalante gibi Meksikalı olan Reygadas'a gelelim: Filmin Cannes'daki gösteriminde bir çok kişinin filmi yuhladığı söylendi, yönetmenin sinemada ne kadar saçmalayabileceğinin sınırlarını zorladığı gibi ifadelerde bulunuldu. Film ülkemizde beklendiği şekilde ticari gösterime giremedi, sadece İstanbul Film Festivali'nde gösterildi. Bende orada ıskalayınca mecbur internette izleyeceğim günü beklemeye başladım. En sonunda izledim. Filmin yoğun bir dikkat gerektirdiğini, hatta kesinlikle 1 kez daha izlenmeyi hak ettiğini ifade etmeliyim. Filmin odağında genç sayılabilecek bir çift var. Belli ki şehir yaşamından kaçmış taşraya yerleşmişler, ama taşrada da yapamayıp tekrar şehre dönüyorlar. Anlatılan hepi topu bu gibi gözükse de filmin içinde birçok detay var; en önemlisi, filmin konusu denebilecek çiftin arasındaki cinsel soğukluk. Yıllar içerisinde birçok evli çiftin yaşadığı bir durum bu. Porno bağımlılığı, cinsel isteksizlik vs. film aslında bu konuya el atıyor ama cinsellik mevzunu Gaspar Noe gibi gözümüzün içine sokarak yapmıyor, filme hak ettiği dikkati vermeyen biri böyle bir konunun mevcudiyetinden bile haberdar olamayabilir (çok da anlamlandıramayabileceği 1 sahne dışında). Sonuçta yönetmen şiirsel sinemanın günümüzdeki önemli örneklerinden birine imza atıyor. Tuhaf metaforlar, kenarları cilalı özel bir lens kullanımı, hareketli kamerası ve doğrusal olmayan anlatımıyla gerçekten takdiri hak ediyor, şehirli burjuvanın Meksika taşrasında da huzuru bulamayacağı, burjuva toplumunun da insanlar üzerinde bir tür iğdiş görevi gördüğü üzerine kamerasıyla düpedüz şiir yazıyor. Tolstoy, Dostoyevski üzerine alıntılar taşranın ünlü öykücüsü Çehovla noktalanıyor. Bütün filmin bir rüyadan ibaret mi olduğu yoksa benim daha çok düşündüğüm şekliyle taşra hayalinin mi suya düştüğü, özellikle kadının piyanoda Neil Young'tan İt is A Dream adlı parçayı çaldığında daha bir önem kazanıyor, sonuçta sanat bu, tartışmaya açık, özellikle bu film için bu muğlaklık daha da güçlü. Filmi izledikten sonra hala anlam veremediğim sahneler yok değil, mesela filmde köpeklerin işlevi üzerine hala bir yorum getirmekte zorlanıyorum (ki Meksika sinemasının köpeklerle bariz bir derdi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz). Aynı şekilde filmdeki rugby oyuncuları ne demek istiyor onu da bilemiyorum, ama o şekilde veya bu şekilde cinsel sorunları odağına alan böylesi bir film hiç izlememiştim diyebilirim, 40-50 yıl sonrasına kalır mı bu film peki? O biraz da sinema sanatının 40-50 yıl sonrasına kalabilmesiyle de alakalı sanırım. Yıldız:* * * *
Not: Uzun süredir Bugünden Kültür ve Sanat Dergisi'ne yazdığımdan ötürü bloğu biraz boşlamıştım, örneğin Filmekimi 2013 değerledirmelerim de derginin Kasım sayısında yer alacağı için blogta -şimdilik- paylaşmıyorum.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Kitap İnsanlar, Duran İnsanlar, Duran Sinemalar


Sinema tarihinin gelişimi toplumsal/kültürel/politik/ekonomik hareketlerle sıkı ilişkiler içinde. Sovyet Devriminin göbeğinden geçen, iki tane dünya savaşının yıkıcılığını sonuna kadar yaşayan, 68 öğrenci hareketlerine, Berlin duvarının yıkılışına tanıklık eden bir sanat sinema: yakınçağın sanatı. Sinemanın 7.sanat olarak addedilmesi de böyle dönemlerle yakından ilişkili. Sanat biraz da çağına tanıklık etmekse o tanıklık onu geliştirmiş yerine göre değiştirmiş ve dönüştürmüş. Eisenstein’ın diyalektik kurgu anlayışından tutun da ikinci dünya savaşı sonrası faşizmin çöktüğü fakat yoksulluğun süregeldiği İtalya’da ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik akımına oradan Fransa’ya sıçrayan Yeni Dalga’ya, ve filizlenen ‘’auteur’’ -yaratıcı yönetmen- yani yönetmeni de yazar gibi eserinin tek sahibi olarak gören anlayışa kadar sinemadaki kırılma noktalarının toplumsal hareketlerle ve dönüşümlerle ilişkili olduğunu söylemek mümkün.
Vittorio de Sica’nın Yeni Gerçekçilik akımının da başyapıtı olarak görülen 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları filmi ikinci dünya savaşı sonrası İtalyan toplumunun içinde bulunduğu ekonomik çaresizliği bir baba ve çocuğu üzerinden anlatır, filmde yoksulluk üzerine tek bir kelime dahi telaffuz edilmemesine rağmen insanlar filmin adını bilmese ve filmin adını sorsanız yoksulluk demesi güçlü ihtimaldir. Jean-Luc Godard’ın, François Truffaut’un Costa Gavras’ın, Ken Loach’un filmleri bu bağlamda politik perspektifi daha güçlü filmler olarak anılır. Ülkemize gelince batı ile aynı süreçlerden geçtiğimiz kuşkusuz ki söylenemez, dolayısıyla sinemamız için de böyle bir durum söz konusu. Yılmaz Güney’in çabalarını bir derece dışarıda tutarsak, gücünü günümüz mevcut toplumsal dinamiklerden alan etkili bir sinemaya pek rastlayamıyoruz. Örneğin Belçikalı Dardenne Kardeşlerin yaptığı belgeselvari sinemanın bir benzeri bu topraklarda yok. Aynı şekilde dünyada belli nitelikleri ve benzerlikleriyle İran sineması diye olgu varken Türkiye sineması diye bir olgudan henüz söz edebilmek mümkün değil. Varşova Paktı’ndan dağılan ülkelerden biri olan Romanya, 2000’li yıllarda çok sayıda yönetmeniyle omuz kamerası stilini başarıyla uygulayan bir Yeni Romanya sineması ortaya çıkardı, tabii bunda komünist dönemde sinema okullarına yapılan yatırımın payı da yok değil fakat asıl gücünü yakın zamanda birbirine zıt iki ekonomik modeli ve de yaşam biçimini deneyimleyen halktan aldığını belirtmek lazım. Örneğin Cristian Mungiu’nun 5 yıl arayla çektiği iki film bu iki dönemi iki genç kızın yaşadıkları üzerinden ustalıkla perdeye yansıtıyor. İlki olan 4 Ay 3 Hafta 2 Gün ‘de Çavuşesku döneminde yasadışı kürtaj yapmak zorunda insan seküler/materyalist bir otoriteryanizmin kurbanıyken, günümüzde aynı insan Tepelerin Ardı’nda filminde sevdiğine kavuşmak için çabaladığında ortaçağı andıran dini bir otoriteryanizmin kurbanı oluyor. Belli ki Mungiu biraz karamsar, rejimler değişse de insanın canavar kaldığı, iktidarın kötücüllüğünün değişmediği gibi çıkarımlarda bulunuyor. Fakat iki hikayenin yaşanmış olaylardan yola çıkarak yazıldığı gerçeğini de unutmamak lazım.
Geçtiğimiz yıl Altın Koza’da izlediğimiz filmler de Türkiye sinemasına dair buruk umutlarımızı yeşertmişti. O seçki belki de Türkiye’nin de en azından içerik olarak Yeni Romanya sinemasının ilk günlerini yaşayabileceğine dair kırıntıların olduğunu muştulamıştı. Filmlerin büyük çoğunluğu ülkemizin yaşadığı değişim ve dönüşümlere dairdi. İstenmeyen gebeliğe dair 3 film, kentsel dönüşüme, doğrudan yaşam biçimine müdahaleye, Kürt sorununa ve çocuk gelinler sorununa dair filmler bulunmaktaydı. Festivalden kısa bir süre sonra BBC’den Dorian Jones* Türkiye sinemasına dair ele aldığı bir yazıda ülkenin politik ve kültürel dönüşümlerden geçmesinin yönetmenlere besin kaynağı olduğundan bahsediyordu, hatta bir filmin Arjantin Yeni Dalga’sıyla paralelliklerine dikkat çekildiğini belirtiyordu. Benim en dikkatimi çeken konuysa Avm inşaatlarının artması, bağımsız sinema işletmecilerinin kiraları ödemekte zorlanması, sinema salonlarının Avm’lere hapsolması meselesiydi, diğer bir deyişle bağımsız/sanat filmlerinin kendine yer bulma alanının giderek yok olması meselesi. Bu yazıyı okuduğum gün sinemamızı tektipleştiren, çeşitliğini, zenginliği tıkayan, farklı yapımların seyirciyle buluşmasını zora sokan bu olumsuz durumun özellikle farklı olarak nitelenen filmlerin niteliğini arttırabileceğini, ve yazımın başlarında ifade ettiğim gibi Romanya sineması gibi bir yükselişe emin adımlarla yol almasını sağlayabileceğine dair hisler edindim.
Her ne kadar sinemanın ekonominin kavramları dışında açıklanması imkansız görünse de tüketim kültürünün bir parçası olmadığını ifade eden filmler ve bu filmlere ev sahipliği yapmış salonlar olduğunu biliyorum . Eskişehir’de Kılıçoğlu sineması, İzmir’de Konak sineması, İstanbul’da Emek sineması, Beyoğlu sineması… İşte bu salonlar o kentin insanlarına bir müşteriden çok sinemasever olduklarını hatırlatan, içinde birçok yaşanmışlığı barındıran, insanı mekanikleştiren bir ortamın değil de bir arada olmanın vurgusu yapan mekanlardı. Bu mekanlar birer birer kapandı ya da kapanacak, kapanmakla kalmayacak yerine büyük Avm’ler yapılacaktı. Bu yüzden uzun bir süredir İstanbul’daki Emek sineması için gösteriler düzenleniyordu. Yıkımın gerçekleşmesine yakın bu gösteriler daha da sıklaştı ama 21 Mayıs’ta Emek sineması tamamen yıkıldı, o dozerler 6 gün sonra Taksim Gezi Park’ındaki ağaçlara yöneldi. Önce küçük çaplı bir tepki dile getirildi ve bu tepki giderek büyüdü, polisin uygulamakta ısrarcı olduğu şiddet 31 Mayıs-1 Haziran günlerinde o tepkiyi Türkiye tarihinin süresi, kapsamı ve çeşitliliğiyle en büyük halk isyanlarından birine dönüştürmüştü. Öyle ki ilk saatlerde Türkiye medyası olayları görmezden gelirken dünyanın birçok saygın haber kanalı Taksim’den saatlerce canlı yayınlar yapmıştı.
Bu olaylar sırasında yıllar önce izlediğim bir film aklıma geldi ve sonra tekrar izledim. Ray Bradbury’nin 1951’de ilk defa basılan romanından sinemaya uyarlanan Fahrenheit 451**. Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinden François Truffaut’un 1966 yapımı filminde İtfaiye erleri ülkede çıkan yangınları söndürmek yerine evleri arayıp buldukları kitapları yakıyorlar çünkü evlerde kitap bulundurmak yasak. İktidarın insanların kafasını karıştırır, asosyal yapar, mutsuz eder gibi inançları var. Zaten bu yönetim biçiminden ötürü toplumun büyük kesimi de hayatında kitap görmemiş, evlerinde kitap barındıran az sayıdaki insansa yasadışı bir iş yapmakta. Halkın çoğunluğu yazılı kültürden uzak televizyonda dayatılan görüntülere boş boş bakmaktan başka bir şey yapmıyor, dolayısıyla insanlar arasında sevgisizlik had safhada. Sokaklarda posta kutuları var. Bunlar çevresinde kitap sakladığını gördüğü insanları itfaiyeye şikayet etmek isteyenler için yapılmış. Ayrıca itfaiye erleri ne kadar çok kitap yakarsa işinde o ölçüde terfi alıyor. Filmin ana karakteri Montag o terfiyi alacak erlerden biri fakat bir gün trende bir kadınla tanışıyor. (karısıyla bu kadını aynı kişi oynuyor) Öğretmen olan o kadın Montag’a yaktığı kitaplardan birini okuyup okumadığını soruyor ve Montag’ın etkilendiği bu kadın onun içsel dönüşümünün de başlangıcı oluyor. Gizlice kitapları okumaya koyuluyor ve okudukça yaptığı işe yabancılaşıyor. Ancak bu zamansız ve mekansız evrende kitap okumaya devam etmesi çok zor çünkü kısa bir süre sonra itfaiyeci arkadaşları onun da evine kitap yakmak için geliyor. Tanıştığı kadın ona ‘’kitap insanlar’’ adında bir örgütten bahsediyor. O da oraya doğru kaçıyor. Burada herkes elinde yakılmaktan kurtardığı bir kitabı ezberliyor ve kitaplar yakılsa da o insan artık o kitabın adıyla anılıyor ve ölmeden önce o kitapta yazanları başkasına iletiyor. Böylece kitaplar yakılsa da bir kitap olmayı seçen insanlar sayesinde kitaplar yaşamaya devam ediyor ve bir gün devir döndüğünde bu kitapları yazılı materyal olarak basma umudu sürmüş oluyor.
Film bilimkurgu türünde fütürist bir yaklaşımı dile getiriyor olsa da anlattıkları dünyaya ve ülkemize dair çok fazla çağrışıma neden oluyor , en gerçekdışı görünenin bile sanatın imbiğinden geçtiğinde hayatın ne kadar da içinde olduğuna dair bir film . Tabii ki bu filmin savıyla 31 Mayıs sonrası Türkiye’de yaşanmış olaylar arasında farklar var. Birinde yazılı kültür başat konumdayken diğerinde teknolojinin nimetleri başat konumdaydı, yazılı bir şeylerden bahsedilecekse twitter denen sosyal paylaşım aracının 140 karakterlik ifade biçimine sıkışmış durumdaydı, belki teknolojiyi eylem biçimine çevirebilmek gibi bir yeniliği de vardı ve üniversite okuyan kesimin öncülüğünden ötürü az da olsa kitap okuma eylemlerini de kapsadı. Fakat asıl önemli olan dönemler ve araçlar değişse de ortak bir özü barındırması. Gezi Parkı eylemlerinde Taksim meydanının ve parkın eylemcilerden temizlendiği insanların gruplar halinde meydana giremediği günlerde bir adam tek başına meydanda hareketsizce durmuştu. Gruplar halinde toplanıp slogan atan,yürüyen insanlara karşı önlem alan polis haliyle bu adama müdahale edemedi ve ilerleyen saatlerde onlarca insan meydanın değişik yerlerinde durmaya başladılar ve polisler büyük bir eylemin içinde olduklarını epey sonra fark ettiler. Duran insanlar ve kitap insanlar; ikisinin de ortak özelliği sivil itaatsizliğin sınırları içerisinde yaratıcı bir eylem biçimi gerçekleştirebilmek, yasaklara karşı kendi meşru alanını yaratabilmekti, tek tek bireylerden kolektif bir hareket oluşabileceğini göstermek…
Sonuçta aynı ölçekte olmasa da bir yönüyle Çavuşesku sonrası Romanya gibi, bir yönüyle milenyumun başındaki Arjantin gibi, bir yönüyle De Gaulle’ün Fransa’sı gibi Türkiye de ciddi dönüşümlerin eşiğinde ve kim ne derse desin bence yakın zamanda yaşananlar, Avrupa’da (Paris 68), Amerika’da (Seattle 99) kıvılcımlanan güçlü toplumsal-kültürel isyanların Türkiye’deki ilk karşılığı olarak tarihe geçti. Etkileri zaman içerisinde daha iyi anlaşılacak İstanbul kökenli öfkenin bu kadar büyümesinin nedenlerinden biri de birçok kişinin dile getirdiği gibi Emek sinemasının yıkılışına mani olamamaktı. Şimdi oradan da güç alan bu hareket sinemamıza ne katacak, artık tartışılması gerekenlerden biri de bu. Dorian Jones’un yazısını okurken kendi kendime duyumsadığım, bu Avm’lerin ‘’has sinema’’ ile izleyici ilişkisinin önünü tıkaması dolaylı olarak ülke sinemasında yavaş yavaş temelleri atılan bir nevi Rönesans’a neden olur mu cümlesi gözüme artık daha canlı geliyor çünkü yoksunluğun yaratıcılığı tetiklediğini, sinemanın da kriz dönemlerinde yükselişe geçtiğini biliyorum.
Emek sinemasında kapanan bir devir Yeni Türkiye sinemasında küllerinden doğacak mı dendiğinde, sanırım öyle olacak diyebilirim, en azından tarihsel verilerin bizi o yöne sürüklediği bilinen bir gerçek.
* http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-20174903 * * Film, ismini kitap kağıdının 451 Fahrenheit derecede tutuşmasından alıyor.