29 Aralık 2012 Cumartesi

2012'NİN EN İYİ FİLMLERİ

10.KİLLİNG THEM SOFTLY/ KİBARCA ÖLDÜRMEK: Her ne kadar yıllar öncesinin çağdaş gangster filmlerinden esinlendiği söylense de, ağır akan anlatımı, son derece stilize bazı sahneleri ve eleştirel duruşuyla izlenmeyi hak etmişti.
9.ARAF: Yeşim Ustaoğlu bu son filminde sinemasının iyiden iyiye olgunlaştığını gösteriyor, klasik anlatıya yaklaşan temponun ve sanat sinemasına has gerçekliğin bir sentezi olan film günümüz Türkiye'sindeki alt sınıflara dair akılda kalıcı bir resim çiziyordu.
8.DRİVE/SÜRÜCÜ: Nicholas Wending Refn'in okullarda yaratıcı yönetmenlik derslerine konu olabilecek kalitedeki filmi neo-noir'lar ve Wong Kar Wai sinemasının esintilerinden türemiş gibiydi, izlemesi şaşırtıcı derecede keyifli olan film, teknik açıdan (mizansen, müzik, aydınlatma vs.) alkışlanmayı hak edip bu listeye girse de ne yazık ki içerik olarak B-film'lerden pek öteye gidemediğini de belirtmek lazım.
7.TEPENİN ARDI: Utanç filmi ne kadar Amerika'ya özgüyse Tepenin Ardı da bir kadar Türkiye'ye özgü demek bilmiyorum yanlış olur mu? Bir köy mikrokozmozu içinde ülkenin kendi iç sorunlarını unutup yarattığı düşmanlarla varlığını teyit ettiği gerçeğinden hareketle ülke sinemamızın en hoş politik alegorilerinden biriydi.
6. SHAME/UTANÇ: Yönetmen bu ikinci filminde tüketim toplumunu bir seks bağımlısı üzerinden anlatmaya çalışıyor. Kurgunun, görselliğin, oyunculuğun oldukça başarılı olduğu film kendi toplumunun (Abd) her şeyi olduğu gibi cinselliği de en uç noktasına dek tüketmesinin ulaştığı hastalıklı portreyi çiziyor. Ne var ki bu süreçlerden henüz geçmemiş Türkiye gibi ülkeler için ne ifade eder orası da malum.
5.BARBARA: Filmi izlerken Başkaları'nın Hayatı adlı filmi hatırlamıştım. O da bir Doğu Almanya eleştirisi yapıyordu en nihayetinde, fakat bunu konvansiyonel sinemanın bütün cüretkarlığı içinde gösteriyordu. Barbara ise çok daha yalın bir şekilde ve izleyicisi manüple etmemeye çalışarak gerçekleştiriyor bunu. Gitmek mi zor kalmak mı sorusunun altından ikisi de çok farketmiyor aslında şeklinde bir cevap çıkıyor. Bir yerde baskı öbür tarafta tüketim toplumunun cıvıklığı, en azından ana karakterin batıya gidip umut ettiği bir özgürlüğün olmadığı kalıyor geriye ve böylece film bir ideoloji değil insan eleştirisi yapmış oluyor.

4. FAUST: Sinema tarihinin olmasa bile 21.yüzyılın en ağır filmlerinden biri olan Faust Goethe'nin ünlü eserinin Sokurov-ca yorumuydu, yönetmenin kendine has estetiğiyle bu yeni uyarlama bitirmesi zor, romanı bilmeyenler için anlamlandırması da bir o kadar zor bir film olsa da sinema sanatı açısından hakkı teslim edilebilecek bütünlükte bir deneyim sunuyordu.
3.ARTİST: Fransa'da popüler ajan filmleri yapan Michel Hazanavicius'a erişmesi zor bir başarı getiren, hem Cannes'da hem de Oscar'da ödüle götüren bu film eskiyi bugün yeniden canlandırmak dışında bir işlevi yok gibi olumsuz eleştiriler alsa da, sinemanın teknolojik anlamda akıl almaz boyutlara ulaştığı bir çağdaki duruşuyla saygıyı hakediyordu. Sesli kabus sahnesinin sinemadaki ses kavramı üzerine düşündürücülüğünün bu saygıda önemli bir payı olduğunu da özellikle vurgulamalıyım.
2.LE HAVRE/UMUT LİMANI: Kaurismaki'nin son filmi ülkemizde vizyon şansı bile bulamadı. Böylece listemizin de tek vizyon dışı filmi olmuş oldu. Ancak yönetmenin insana bakışındaki umudun tadı damağımızda kaldı, masallara öykünen böylesi bir iyi niyetin gerçekleşeceğine dair şüpheler taşısak da, bu denli bir dayanışmanın gerçekleşebileceğini ihtimal dahilinde bile olsa görüp de etkilenmemek mümkün değildi. Batının göçmen sorunu üzerine Fransız lirik gerçekliğini andıran diliyle Le Havre bence Amour ile birlikte geçtiğimiz yılın en anlamlı olaylarından biriydi.
1. AMOUR/SEVGİ: Son modernist olarak anılan Angeloupulos'un ölümünden sonra yaşayan en büyük sinemacı demekte tereddüt etmediğim Michael Haneke'nin son filmini (Sevgi, Sevmek, Aşk her ne diyorsanız) izledikten sonra nitelendirecek kelime bulmakta bile zorlandım. Ben yönetmenlik şaheserinden ziyade 'zarafet şaheseri' demeyi tercih ediyorum. Bir izleyici-okurun (sanırım Guardian'da) filmle ilgili belirttiği iyi hoş da bu film sinema diline yeni bir şey getirmiyor cümlesi üzerinden gidersek; evet bu film ilk bakışta sinema dilini yenilemiyor belki, fakat iki saat boyunca bir evin içinde ve çokça iki yaşlı insanın birbiriyle ilişkisiyle geçen bir hikayenin anlatımının ulaştığı saf anlatım olsun, minik metaforlar olsun (kapı, rüya, sökülmüş tablo, güvercin, hatta evin kendisi) bir yenilik kadar değerli görülebilir. Haneke zaten sözünü bağırmadan, inceden inceye aktaran bir yönetmendi ancak incele incele adeta incelik boyutunu da atlayan böyle bir olgunluk uzun yıllar karşımıza çıkmayabilir.
İlk izlediğimde Beyaz Bant ölçeğinde büyük bir film olmadığı hissine kapılır gibi olsam da saatler geçtikçe içimde büyüyen filmin büyüklüğünü daha iyi anladım, çünkü ilk etapta basitlik gibi gelen daha sonrasında yalın, ince, zarif gibi kelimelerle ifade edilecek filmde en ufak bir sloganımsı cümle bulunmaması şöyle dursun bu film Beyaz Bant kadar derin şeyler söylemiyor mu hissinin altından, film sona yaklaştıkça; ötenazi hakkı, Avrupa'nın (Fransa özelinde) sağlık sistemi eleştirisi, aşkın anlamı, hümanizm (ki Haneke sinemasında başlı başına bir yenilik olarak görülebilir), önüne geçilemeyen zamanın yıkıcılığı ve çağ insanının anatomisi çıkınca filme hayranlık duymamak da ilk sıraya almamak da zor olurdu. Not: Ocak ortasında, Türkiye genelindeki kitapevlerine düşen Bugünden Edebiyat Dergisi'nde yönetmenin sinemasından tutarak Amour'u kapsamlıca ele aldığım bir yazı var, ilgilenenlere duyrulur.
İzleyemediğim için bu listeye alamadığım film de varsa, affetsin beni :)