7 Ekim 2012 Pazar

Filmekimi'nden...

Cristian Mungiu'dan Büyük Bir Film


Yıllar önce 4 Ay 3 Hafta 2 Gün filminden çıktığımda halet-i ruhiyemi ancak sarsılmak, şoke olmak gibi kelimeler açıklayabilirdi herhalde. 2 genç kızın dayanışması üzerinden 1 günlük kürtaj hikayesi, Romen toplumunu çarpıcı bir klinik gözleme tabi tutuyordu. 5 yıl gibi uzun sayılabilecek bir aradan sonra çektiği Beyond The Hills (Tepelerin Ardında) ise yine 2 genç kızı odağına alıyor. Fakat bu sefer aralarında arkadaş dayanışmasının ötesinde bir şeyler var: Lezbiyen bir aşk söz konusu. Yetimhanede büyüdükten sonra Almanya'ya çalışmaya giden kızın Romanya'ya sevdiğinin yanına geri dönüşü anlatılıyor. Ne var ki sevdiği tepelerin ardında bir ortodoks klisesinin yanındaki manastırda dini dogmaların boyunduruğunda yaşamakta ve kendini ilk aşkına değil tanrı aşkına adamıştır, diğeri ise aşkından vazgeçmeyen isyankar ruhlu bir kızdır. Peki manastır gibi bir ortamda bu aşkın yaşanabilmesi ne kadar mümkündür? Bizi dini yaptırımların gölgesindeki bir yasak aşkın feci sonuna adım adım götüren film, hiç şüphesiz dini öğretilerin çağdışı bakışının insanca yaşama nasıl da fütursuzca ket vurduğunu gösteriyor. Bu yönüyle son zamanlarda böyle bir mevzuyu en sert ve hümanist açıdan irdeleyen fevkalade ilginç ve değerli bir yapıta dönüşüyor. Mungiu kapkara roman tadındaki 150 dakikalık filmde bir an bile gözümüzü kırpmamıza izin vermiyor, sinemaskop (BZA gibi) olarak çekilen filmde çoklu oyuncuları uzun planlarda konuşturduğu sahnelerse gelecekte Mungiuvari olarak anılacak bir tarzın öncüsü olacağını sanıyorum. Sonuçta yakın zamanların bir 3.sayfa haberinden yola çıkılan film elindeki sanatın inceliklerini iyi bilen bir yönetmenin elinde bir başyapıta dönüşüyor.
Türkiye'nin muhafazakarlaşmasını anlatmak isteyen yönetmenlerin de bu filmden çıkaracağı önemli dersler var. Filmin öncesinde de ciddi bir hazırlık süreci gerçekleştirilmiş ve filmin bir yerinde geçen, kilisenin 464 tane günahı araştırılmış ama Mungiu'nun da belirttiği gibi insani duygulara karşı duyarsız kalma günahının unutulması belki de filmin çıkış noktası. Yıldız:* * * *

Daha önce Altın Koza'da izleme fırsatı bulduğum Haneke'nin Amour'u ötenazi konusunu tartışmaya açmanın ötesinde hakiki sevginin ulaşabileceği boyutlara dair günümüz insanının görmesi gereken büyük bir ders niteliği taşıyordu. Filmekimi'nde görme şansı yakaladığım Vinterberg'in The Hunt'ı da pedagoji derslerinde okutulacak bütünlükte önemli bir eser niteliğinde.

1990'larda Thomas Vinterberg Lars von Trier'le birlikte Dogma akımının önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmıştı, daha sonra kariyeri inişe geçerken Lars von Trier dünya sinemasının yıldızı konumuna geliyordu ve gün geldi o yıldız saçmalamaya başladı, kendi kendini bitirdi. Vinterberg ise yıllar sonra başyapıt mertebesinde görülebilecek bir eserle karşımıza çıkıverdi. Filmin adı olmasa ve ben filmi izlesem, kendim bir ad koysam, The Hunt yani Av derdim, ne kadar tuhaftır ki filmin orjinal ismi olan Av'ı Onur Savaşı olarak çevirmişiz. Filmde batılı sinemanın çokta uzağında olmayan cadı avı var. Fakat ne ellerinde meşalelerle cadı arayan kalabalık var ne de dakikalarca süren sorgu sahneleri. Anaokulunda çocuklarla ilgilenen Lucas bir gün evlerinde iç huzuru yakalayamamış yakın arkadaşlarının kızının kendisinden istediği yeni baba rolüne karşılık vermediği için çocukça bir iftiraya uğrar, anaokulu müdüresinin olayı ciddiye alması, uzmanın yanlış teşhisi sonucunda Lucas hem işinden olur hem de çevresi tarafından dışlanır. Filmin içinde bölüm bölüm kasabalı hayvanları da avlıyor, Av açık bir metafor. Hayvanları gözünü kırpmadan öldüren bir toplum yeri geldi mi medeniyet bellediğimiz Avrupa'da insanları da niye avlamasın ki? Vinterberg aile kurumunu eleştirirken, basit önyargıların, yıllardır birlikte yaşayan kasabalının bile arasındaki güvensizliğin helezonik şekilde nasıl büyüyebileceğini ve ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini anlatıyor, ana karakterden fazla ayrılmamaya çalışan kamerası, yalın dili, tutarlı senaryosu ve oyunculuğuyla çok güzel bir seyir sunmanın dışında bir zamanlar Haneke'nin Beyaz Bant'ı için söylediğimiz pedagogların araştırma sahasına giren diğer bir film olma özelliği taşıyor. Yıldız:* * * *
Akla zarar bir yönetmenin filmi: Acı
Kim Ki Duk Uzak Doğu sinemasının yaratıcı isimlerinin ön saflarında geliyordu. Rüya filminde az kalsın bir oyuncusunun ölümüne yol açmak üzere olduğundan, bir süredir film yapmayı burakmıştı. Önce Arirang şimdi de Pieta'yla karşımıza çıkıverdi. Venedik'ten Altın Aslan getiren Pieta (Acı) filmi için Freud'a mı danışşak diyeceğim de o da kurtarmayacak. Oğlu mastürbasyon yaparken ona yardım eden bir anne görmek mi istiyorsunuz o zaman bu filmi izleyin dersem de filme haksızlık yapmış olurum. Anne sevgisinden yoksun büyümüş bir çocuğun mutlu aile kurma yolundaki insanları borca bağlayıp, borçlarını ödemediklerinde de onları sakat bırakması, hatta öldürmesini Ki Duk'a yakışan doğu masallarını hatırlatırcasına bir atmosferde anlatıyor film. 30 yıl sonra oğlunun karşısına çıkan anne de senaryodaki önemli gelişmeleri aktarmamak adına söylemek istemediğim bir şeyler yapıyor tabii. Acı ha deyince anlaşılacak, hemen kesin yargılar verilebilecek bir film değil belki, ama Kim Ki Duk'un diğer filmlerinde de gördüğümüz bir şeyler var burada. Sevgiye ve cinselliğe aç erkeğin haklı öfkesi. Acı, onulmaz bir yalnızlığın(sevgisizliğin) nasıl da faşizme dönüşebileceğinin filmi. Filmi izlerken bizim Anayurt Oteli'ne de gittim durdum. Sonuçta yönetmenine yakışır uçuk kaçık ama iyi bir film olmuş bana kalırsa Acı. Yıldız:* *
Kiarostami ve Zeitlin'in Filmleri
İranlı Kiarostami ustanın İtalya'dan sonra bu kez Japonya'da çektiği Like Someone İn Love (Birini Sevmek Gibi) yönetmenin minimalist dilini çok hoş kadrajlarla buluşturan enteresan bir film, 24 saatten bile az zamanda geçen filmde konsomatrislik yapan bir kızın bir profesörün evine gitmesi ve adamın ona bir erkekten çok baba/dede gibi bir yakınlık kurmasını anlatıyor, tabii kızın azılı sevgilisi işin içine girince ve adamı kızın dedesi sanınca işler karışıyor. Son derece hafif dokulu bu film bütün tadı damağımızda kalan yapısının ardında, özelde üniversite gençliğinin ekonomik kökenli sorunlarına içtenci bir bakış getiriyor ve Avrupa'da olduğu gibi Japonya'da da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor.Yıldız:* * Benh Zeitlin'in ilk yönetmenliğini Düşler Diyarı başlığıyla izledik. Amerikayı vuran Katrina kasırgasının yanı başında doğanın zor koşullarıyla başbaşa yaşayan insanların belgeselle-düşlerin iç içe geçtiği anlatısı bir ilk filme göre oldukça etkili bir görselliğe sahip olsa da üst düzey filmlerin sayıca fazla olduğu bu yılki etkinliğin mecburen görece-zayıf halkası durumuna düşüyor, yine de geleceğin Terrence Malick'i olabileceğine dair sinyaller de var filmde. Yıldız:*
Sonuç:
Bu yılki Filmekimi son yıllardaki etkinliklerin en iyilerinden birini yaşatmış bulunuyor. Tepelerin Ardında, Sevgi ve Av gibi 3 başyapıtı sunması bile başlı başına yeterli. Filmekimi'ni kaçıran talihsiz sinemaseverler için de dileğimiz en kısa zamanda bu filmleri izleyebilmeleri olacaktır ve biz ülkemizden şikayetçi oladuralım ki sonuna kadar haklıyız, AB ülkelerinde de vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını görmemiz bu yılın en dikkat çekici hususuydu.