12 Şubat 2012 Pazar

Bedenin Ruha Sözü Geçer mi?

Almadovar'ın son filmi ''İçinde Yaşadığım Deri'', hep odağında olan 'Cinsel Kimlik' sorusuna tersten bir bakış atıyor üstelik bu bakışın bir 'başyapıt' düzeyinde olduğunu söylersek pek de abartmış olmayız.
Ne yazık ki ülkemizdeki (dünyada da öyle aslında) bobin dağıtım ağı bazı filmleri geç izlemenize sebep olabiliyor.Bazı filmler İstanbul belki Ankara'da o da çoğunlukla tek salonda (Kızılay Büyülüfener) gösterim şansı yakalayıp, salonları terk ettikten sonra diğer büyük kentlere uğrayabiliyor. İspanya'nın ağır toplarından Almadovar'ın son işini bizde anca izleyebildik ne yazık ki. Son derece sıradışı bir konusu var filmin. Antonio Banderas'ın canlandırdığı Frankeştaynımsı plastik cerrah, bir genç delikanlının kızına tecavüz ettiğini düşünerek -çünkü tam olarak öyle bir şey yok- onu kaçırıp, zorla yavaş yavaş cinsiyetini değiştiriyor. Eğer filmi salt bir intikam filmi olarak okumaya kalksam, oğlan mağdur duruma düşüyor, acaba bir kadın olarak tecavüze uğramanın nasıl bir şey olduğu mu hissettirilmek isteniyor diyorum ilk başta, filmin o ayağı boşlukta kalıyor sanki, senaryo açıldıkça öyle bir durumun söz konusu olmadığını anlıyorum. Alelen karısını kaybeden bir psikopatın bir bahane yaratıp hayalindeki kadını yaratma sürecine dönüşüyor film.- Bu refleksinde Freudyen (elektra kompleksi) analizler bile mümkün sanıyorum.- Yalnız filmin, sadece böyle ilginç bir konuyu işlemesi de büyüklüğünü açıklamaya yetmez, yetemez. Bugüne kadar ''bedenin ruha isyanı'nı'' işlemişti Almadovar, transeksüellerin isyanı vardı mesela. Bu sefer ise ''ruh sonradan zorla dayatılan bir bedene karşı'' ne yapabilir diye soruyor, cevabı da çok güzel veriyor. Film boyunca cinsiyetler arası geçişkenlik ve stockholm sendromu üzerine, hatta deri cerrahinin ulaştığı tehlikeli boyutları bile düşünüp duruyoruz. Filmin dört dörtlük finaline ne demeli peki; entelektüel sinemanın gereklerini en son noktasına kadar neredeyse hiç yalpalamadan (psikopat doktorun erkek kardeşini kısacık da olsa görmemizin ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir sanki) eksiksiz şekilde yerine getirdikten sonra, melodramın kodlarını nasıl da tersyüz ediyor, aşka olan inancımızı, çok da aklımıza gelmeyen bir yerden ne de güzel tazeliyor. Bana bu final Sabahattin Ali'nin 'Değirmen' öyküsünde sevdiği kız kolsuz diye kendi kolunu fazla görüp kopartan adamın hikayesini bile hatırlattı ansızın, daha fazla anlatmayıp büyüyü de bozmamak lazım, bu kadarı bile fazla. Aslında Almadovar'ın hakkını teslim etmekle birlikte pembe dizi esteğine kur yaptığı için bana çok da fazla hitap etmediğini düşünürdüm eskiden. En iyi filmi olarak sıkça dile getirilen Volver'ı bile çok fazla sevememiştim. Bu filmin bir auteur'ün tutarlığını gösterircesine o filmle ve tabii diğerleriyle müşterek yanlarının olduğunu ancak Volver'ın da ötesine gittiğini, bir noktada bilimkurgu alt türü denemesini ancak özgün-olgun bir ustanın altından kalkabileceği bir yetkinlikte bütünleştirebildini söyleyebiliriz, minör aksaklıkları fazlasıyla giderecek bu majör hediyeye hayran kalmamak elde mi? İstanbul ve Ankara'da izleyemeyen izleyiciler şehirlerindeki sinema salonlarını kontrol edebilir. Ayrıca her ne kadar tasvip etmesek de filmin internete çoktan düştüğünü de ifade edelim, hiç izlememekten iyidir. Yıldız:* * * *
Issız Adam'ın Vintage Külotla İmtihanı
Steve McQueen'in ilk filmi Açlık öyle bir genel kabulle karşılandı, methiyeler düzüldü ki anlamak olanaksız. Utanmasalar 'politik sinema' tarihinin 1 numarasına yerleştirivereceklerdi. O zamanlar yaklaşık 23 dakikalık şu ünlü sahneden dem vuruyordum. IRA lideriyle rahibin insan bedeninin kime ait olduğunu tartıştıkları, rahibin tanrıya, tutsağın ise kendisine ait olduğunu, yeri geldiğinde silaha dönüşebileceğini söylediği sahneye. Böyle bir sahnenin izleyiciyi ziyadesiyle yorduğunu ve ''sinematik'' olmadığını savunuyordum. Misal aynı sahneyi bir edebi eserin içinde görsek ya da tiyatroda deneyimlesek değerinden hiç bir şey kaybetmiyordu, yani ancak ve ancak sinema sanatının araçları ve olanaklarıyla kotarılabilecek bir şey değildi, orta malıydı. Vay sen misin bunu diyen... nasıl da olur bir sanatsever böylesi alışılmadık bir şeyi, diyalogların yoruculuğu sebebiyle bertaraf edermiş, bu popülizm değilmiş de neymiş. Bende hemen aynı senenin filmi Sınıf'ı(Entre Les Murs) örnek göstermiş, diyalogların yoruculuğuyla bir derdim olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Fransızca tam karşılığı Duvarlar Arasında olan film 127 dakikasının neredeyse 120 dakikasını bir sınıfta geçiriyordu ve gerçekten de benim bir Avrupa filminde çok alışık olmadığım derecede yoğun diyaloglarla ilerliyordu. Bir an olsun sessizliğe ekmek su gibi muhtaçtık. 10 saniyelik bir suskunluk bile ohh be! dedirtiyordu, anlayın artık. Ama o filmin başka türlü olmasına da imkan yoktu, bir öğretim yılına sınıfın içinden bakmaya kalkan film nasıl olabilirdi ki. Nitekim olağanüstü kamera hareketleri ve doğallığıyla tam not almıştı benden. İşte Açlık'ın eksiği böyle bir eksiklikti sinema duygusu biraz da olsa zayıftı. Yine de insafsızlık da etmedik, olumlu yanlarını da söyledik değerli, gerekli bulduk. Sözümüz topyekün abartılmasınaydı.
Gelelim vizyonda 2.haftasına giren Utanç'a. Evet bu film daha bir sinema, hatta epey bir sinema. Adeta bizim Nuri Bilge'nin Kasaba'dan Mayıs Sıkıntısı'na evrilişi kadar var. Yine odağında beden var ama bu sefer silah olarak değil haz aracı olarak. Bizde kötü örneklerini gördüğümüz Issız Adam doğru coğrafyada anlatılıyor bu sefer. New York'un göbeğinde. Bir çok kadınla çatır çutur düzüşüyor (duygu yok çünkü, sevişme değil) ama bağlanamıyor beyaz yakalı beyimiz (Brandon). Kardeşiyle sorunlu bir ilişkisi olduğunu, muhtemel ailesiyle ilgili nahoş bir geçmişi olabileceğini altını kalın kalın çizmeden, elindeki görsel aracın nimetlerinden yararlanarak perdeye yansıtıyor yönetmen, ayrıntılarla yakalamaya çalışıyor izleyeni. New York filmin sadece mekanı olmaktan çıkıp her zaman göremeyeceğimiz dingin güzelliğiyle filmin en önemli karakteri oluveriyor. Kaybedenler Kulübü'ndeki ünlü slogan pompaya devam'ı burda bir panoda improving non-stop şeklinde görmek de kaderin tuhaf bir cilvesi olmasın sakın. Ancak bizim ülkemizdeki örneklerin hem sinema dili, hem de içtenci duyarlığı-derinliğiyle üzerinde bir film Utanç. Seninki de hikaye mi diyemiyor, kolayca yargılayamıyoruz Brandon'u da diğerlerini de. Bu anlamda Issız/Kaybeden Adam filmleri arasında ders niteliğinde denebilir, en azından Türkiye için. Son sahnede Brandon'un ikinci kez gözleriyle kesiştiği ama yüz bulamadığı ''alyanslı'' kızı görünce de, film resmen aileyi kutsamaya çalışıyor diyesim geliyor. Son kertede; Bana, Hey! New York'lu dünyayı fethetmek için geldiğin bu kentte yutmadığın kadın kalmadı. Her önüne gelenle düzüşerek, her şeyi tüketerek mutlu olamaz, anca kendini tüketirsin, Brandon ne kadar da utanıyor, ıstırap çekiyor. Evlen, birine bağlan, bir düzenin olsun şeklinde bir mesaj nüfuz ederek ayrılıyorum salondan. Yine de bu hafta izlediğim iki 'beden'le ilişkili filmden hangisine verirsin oyunu derseniz, tabii ki Almadovar'a derim. Yıldız:* *
Not: Filmin tüm artılarına karşı bende yarattığı tatminsizliğin belki de en önemli nedeni hikayenin evrensel olmaması diye düşünüyorum, doğru bir coğrafyada doğru bir hikayeyi anlatıyor olabilir ancak 'yaratılar' insanı anlattığı ve 'o insan zaman ve mekanı' aşabildiği sürece büyük sanat eserlerine dönüşebilir. Maalesef bir çok insanı ilgilendirmediğini düşündüğüm bir mesele edinmiş bir film Utanç, ve Amerikan Sineması'nın görece iyi ürünlerinde bile böyle aksaklıklar yaşanması gerçekten dikkat çekici. Bu sinemayı hep Avrupa'nın birkaç adım gerisine koymaktan kendimi alamıyorum. Bir arkadaşım Amerikan Sineması'nı kentlerinin, yaşam biçimlerinin bütün pisliğini gösterdiği için sevdiğini söylemişti bir zamanlar ama o pislikler biraz spesifik ve ne kadar hayati acaba... Sanırım bunun temelinde tarihlerinin olmaması; rönesanslarının, reformlarının olmaması yatıyor. Ne olursa olsun Terrence Malick'in Hayat Ağacı'nın bende bıraktığı oldukça olumlu iz, son derece evrensel olmasıyla Amerikan Sineması'na bakışıma farklı bir boyut katabilmesinde yatıyor.
Suçlu Kim?
Bir kadın yönetmenin elinden çıkmış olan ''Kevin Hakkında Konuşmalıyız'' da haftanın öne çıkan filmlerinden. Nedense Cannes Film Şenliğinden bu yana bir hayli ses getirdi, bazı eleştirmenleri heyecanlandıramasa da sevenleri çokça vardı. Halbuki Cannes'da hiç böyle konulara değinen film görmemişler sanacağız bizde. Roman uyarlaması olan film bir annenin oğluyla sorunlu ilişkisini anlatıyor denebilir. Gördüğümüz kadarıyla anne olmaya çabalıyor kadın ama biraz zorlanıyor gibi, oğlu da kelimenin tam anlamıyla bir şeytan olarak yetişiyor ve filmin sonunda da yapacağını yapıyor. Filmin içinde bir takım boşluklar var. Bu çocuğu bu kadar kötü biri haline getiren anne midir? Bu soruya film boyunca bir türlü ikna olamıyorsunuz. Şayet öyleyse diğer küçük kızı niye bir meleği andırıyor. Film yazarının-yönetmeninin kadın olmasından mıdır, fazlaca annenin penceresinden bakıyor. Son sahnesine kadar neredeyse bazı insanlar tabiatı gereği kötüdür gibi noktaya gelsek de, en son sahnede annenin iletişimsizliği/sevgisizliği suçlu diyebiliyoruz nihayet. Filmi fragmental yapısı ilginç kılıyor, kusurlarını mı örtüyor acaba. Örneğin annenin uzak geçmişiyle ilgili bir kaç sahne dışında çok yorum yapamıyoruz. Öykü içinde geçmiş, daha geçmiş, günümüz arasında gidip gidip duruyoruz, haliyle 'ince kurgu' başarısı demek bu, belli bir estetik tutarlığa ve güce de sahip film, oyunculuklar da şahane, yine de ''suçlu çocuk'' hikayelerinin yetkin örneklerine imza atan Haneke ve Gus van Sant gibi isimlerin filmlerini izlemişken tatmin oldum diyemeyeceğim ama saygıda kusur da etmem. Özellikle yukarıda saydığım yönetmenlerin tadına varmamış olanları çarpması muhtemel. Yıldız:* *
Tomas Alfredson'dan Hayal Kırıklığı
Akademi Ödülleri öncesi perdede ardarda şans bulan film güruhunun bir örneğinden de bahsetmek istiyorum. Yaklaşık 3 yıl önce ''Gir Kanıma'' ile belki de sinema tarihinin en yaratıcı vampir filmine imza atmıştı Alfredson, filmin özgün romantizmi ve sinefil duruşu hiç de ummadığımız bir mutluluğa gark etmişti bizleri. En son Altın Koza'da karşılaştığım yönetmen Venedik'ten ayağının tozuyla gelmiş ve bir çok sahnesi İstanbul'da geçen bir filmden söz etmişti. Bir önceki filmin huşusu içinde çok merak etmiştik bu filmi. Türkiye'de gösterilen adıyla Köstebek, sinema tarihinde çokça örneğine rastladığımız casus filmlerinin bir yenisi. 2 yıl önce Soğuk Savaş dönemini işleyen Kustrica'nın oyuncu olarak görev yaptığı Elveda ya da farklı bir konuyu işlese de Oscar'lı Gözlerindeki Sır gibi bir çizgide ilerliyor film, belki biraz daha karmaşık ve yavaş denebilir. Dağınık ama sağlam kotarılmış, bol diyaloglu, sonra taşları yerine oturtan vs. Biz bu filmi bir yerlerde izledik diyesim geliyor. Tabii Gir Kanıma mücevherinden sonra Abd'ye gidip ana akım bir iş çıkarması çok üzücü. Bu tarz filmler için söylenen 'ırmak film' ve sanat yönetimi denen olguların altından kalktığı söylense de bizce hiç bir esprisi yok. Tek kayda değer tarafı Budapeşte'deki kafe sahnesi. Parlak bir dönemden geçtiği söylenebilecek Amerikan bağımsız sinemasının yanında, Hollywood'un bir parçası olmayı kafayı takan Avrupalı yönetmenler görmek gerçekten üzüyor. Yıldız:X