29 Aralık 2012 Cumartesi

2012'NİN EN İYİ FİLMLERİ

10.KİLLİNG THEM SOFTLY/ KİBARCA ÖLDÜRMEK: Her ne kadar yıllar öncesinin çağdaş gangster filmlerinden esinlendiği söylense de, ağır akan anlatımı, son derece stilize bazı sahneleri ve eleştirel duruşuyla izlenmeyi hak etmişti.
9.ARAF: Yeşim Ustaoğlu bu son filminde sinemasının iyiden iyiye olgunlaştığını gösteriyor, klasik anlatıya yaklaşan temponun ve sanat sinemasına has gerçekliğin bir sentezi olan film günümüz Türkiye'sindeki alt sınıflara dair akılda kalıcı bir resim çiziyordu.
8.DRİVE/SÜRÜCÜ: Nicholas Wending Refn'in okullarda yaratıcı yönetmenlik derslerine konu olabilecek kalitedeki filmi neo-noir'lar ve Wong Kar Wai sinemasının esintilerinden türemiş gibiydi, izlemesi şaşırtıcı derecede keyifli olan film, teknik açıdan (mizansen, müzik, aydınlatma vs.) alkışlanmayı hak edip bu listeye girse de ne yazık ki içerik olarak B-film'lerden pek öteye gidemediğini de belirtmek lazım.
7.TEPENİN ARDI: Utanç filmi ne kadar Amerika'ya özgüyse Tepenin Ardı da bir kadar Türkiye'ye özgü demek bilmiyorum yanlış olur mu? Bir köy mikrokozmozu içinde ülkenin kendi iç sorunlarını unutup yarattığı düşmanlarla varlığını teyit ettiği gerçeğinden hareketle ülke sinemamızın en hoş politik alegorilerinden biriydi.
6. SHAME/UTANÇ: Yönetmen bu ikinci filminde tüketim toplumunu bir seks bağımlısı üzerinden anlatmaya çalışıyor. Kurgunun, görselliğin, oyunculuğun oldukça başarılı olduğu film kendi toplumunun (Abd) her şeyi olduğu gibi cinselliği de en uç noktasına dek tüketmesinin ulaştığı hastalıklı portreyi çiziyor. Ne var ki bu süreçlerden henüz geçmemiş Türkiye gibi ülkeler için ne ifade eder orası da malum.
5.BARBARA: Filmi izlerken Başkaları'nın Hayatı adlı filmi hatırlamıştım. O da bir Doğu Almanya eleştirisi yapıyordu en nihayetinde, fakat bunu konvansiyonel sinemanın bütün cüretkarlığı içinde gösteriyordu. Barbara ise çok daha yalın bir şekilde ve izleyicisi manüple etmemeye çalışarak gerçekleştiriyor bunu. Gitmek mi zor kalmak mı sorusunun altından ikisi de çok farketmiyor aslında şeklinde bir cevap çıkıyor. Bir yerde baskı öbür tarafta tüketim toplumunun cıvıklığı, en azından ana karakterin batıya gidip umut ettiği bir özgürlüğün olmadığı kalıyor geriye ve böylece film bir ideoloji değil insan eleştirisi yapmış oluyor.

4. FAUST: Sinema tarihinin olmasa bile 21.yüzyılın en ağır filmlerinden biri olan Faust Goethe'nin ünlü eserinin Sokurov-ca yorumuydu, yönetmenin kendine has estetiğiyle bu yeni uyarlama bitirmesi zor, romanı bilmeyenler için anlamlandırması da bir o kadar zor bir film olsa da sinema sanatı açısından hakkı teslim edilebilecek bütünlükte bir deneyim sunuyordu.
3.ARTİST: Fransa'da popüler ajan filmleri yapan Michel Hazanavicius'a erişmesi zor bir başarı getiren, hem Cannes'da hem de Oscar'da ödüle götüren bu film eskiyi bugün yeniden canlandırmak dışında bir işlevi yok gibi olumsuz eleştiriler alsa da, sinemanın teknolojik anlamda akıl almaz boyutlara ulaştığı bir çağdaki duruşuyla saygıyı hakediyordu. Sesli kabus sahnesinin sinemadaki ses kavramı üzerine düşündürücülüğünün bu saygıda önemli bir payı olduğunu da özellikle vurgulamalıyım.
2.LE HAVRE/UMUT LİMANI: Kaurismaki'nin son filmi ülkemizde vizyon şansı bile bulamadı. Böylece listemizin de tek vizyon dışı filmi olmuş oldu. Ancak yönetmenin insana bakışındaki umudun tadı damağımızda kaldı, masallara öykünen böylesi bir iyi niyetin gerçekleşeceğine dair şüpheler taşısak da, bu denli bir dayanışmanın gerçekleşebileceğini ihtimal dahilinde bile olsa görüp de etkilenmemek mümkün değildi. Batının göçmen sorunu üzerine Fransız lirik gerçekliğini andıran diliyle Le Havre bence Amour ile birlikte geçtiğimiz yılın en anlamlı olaylarından biriydi.
1. AMOUR/SEVGİ: Son modernist olarak anılan Angeloupulos'un ölümünden sonra yaşayan en büyük sinemacı demekte tereddüt etmediğim Michael Haneke'nin son filmini (Sevgi, Sevmek, Aşk her ne diyorsanız) izledikten sonra nitelendirecek kelime bulmakta bile zorlandım. Ben yönetmenlik şaheserinden ziyade 'zarafet şaheseri' demeyi tercih ediyorum. Bir izleyici-okurun (sanırım Guardian'da) filmle ilgili belirttiği iyi hoş da bu film sinema diline yeni bir şey getirmiyor cümlesi üzerinden gidersek; evet bu film ilk bakışta sinema dilini yenilemiyor belki, fakat iki saat boyunca bir evin içinde ve çokça iki yaşlı insanın birbiriyle ilişkisiyle geçen bir hikayenin anlatımının ulaştığı saf anlatım olsun, minik metaforlar olsun (kapı, rüya, sökülmüş tablo, güvercin, hatta evin kendisi) bir yenilik kadar değerli görülebilir. Haneke zaten sözünü bağırmadan, inceden inceye aktaran bir yönetmendi ancak incele incele adeta incelik boyutunu da atlayan böyle bir olgunluk uzun yıllar karşımıza çıkmayabilir.
İlk izlediğimde Beyaz Bant ölçeğinde büyük bir film olmadığı hissine kapılır gibi olsam da saatler geçtikçe içimde büyüyen filmin büyüklüğünü daha iyi anladım, çünkü ilk etapta basitlik gibi gelen daha sonrasında yalın, ince, zarif gibi kelimelerle ifade edilecek filmde en ufak bir sloganımsı cümle bulunmaması şöyle dursun bu film Beyaz Bant kadar derin şeyler söylemiyor mu hissinin altından, film sona yaklaştıkça; ötenazi hakkı, Avrupa'nın (Fransa özelinde) sağlık sistemi eleştirisi, aşkın anlamı, hümanizm (ki Haneke sinemasında başlı başına bir yenilik olarak görülebilir), önüne geçilemeyen zamanın yıkıcılığı ve çağ insanının anatomisi çıkınca filme hayranlık duymamak da ilk sıraya almamak da zor olurdu. Not: Ocak ortasında, Türkiye genelindeki kitapevlerine düşen Bugünden Edebiyat Dergisi'nde yönetmenin sinemasından tutarak Amour'u kapsamlıca ele aldığım bir yazı var, ilgilenenlere duyrulur.
İzleyemediğim için bu listeye alamadığım film de varsa, affetsin beni :)

6 Kasım 2012 Salı

Türkiye'de Sanat Sineması Yapanlar Önümüzdeki Yıllardan Umutlu *

Dorian Jones
Türkiye'nin sineması taptaze yönetmenleriyle önemli bir süreçten geçiyor. Ülkede Fransa'yı hariç tutarsak herhangi bir Avrupa ülkesinden daha fazla film yapılmakla kalmıyor, bu filmler önemli uluslararası ödülleri aldığı kadar, eleştirmenlerden de övgü alıyor. Haliyle bütün bu yaşananlar akla şöyle bir soru getiriyor: Bu yönetmenler ilerki yıllarda dünya sinemasında saygın bir konum elde edebilirler mi?
Türkiye Sineması'nda birkaç yıldır güzel şeyler oluyor. 2010 yılında Semih Kaplanoğlu Bal (Honey) ile Berlin'de Altın Ayı alırken, yine 2011'de Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da (Once Upon Time in Anatolia) ile Jüri Büyük Ödülü'yle dönmesi gibi...
Son yıllarda Türkiye Sineması Ceylan ve Kaplanoğlu'nun filmleriyle tanımlanıyor. İkisinin de filmlerindeki incelikli dokunun ötesinde, Türkiye'nin geniş ve çeşitli manzaralarından birbirine yaklaşan küçük öyküler anlattıklarını söylemek mümkün.
Şimdiyse onların başarılarıyla uyanışa geçen yeni yönetmenler Türkiye Sineması'nı yeni bir yola soktu.
Babamın Sesi (My Father Voice) filminin ortak yönetmeni Orhan Eskiköy biz de Ceylan ve Kaplanoğlu gibi şiirsel filmler yapabiliriz ama ben farklı olmayı amaçlıyorum, filmlerimin politik bir tarafı olsun istiyorum diyor.
Ben Türkiye'nin gerçekleri içinde daha çok ötekileştirilenleri anlatmak istiyorum. Ayrıca daha fazla yönetmenin politik meselelere eğildiğini belirtiyor. Biz çoğunlukla Türkiye'nin düşmanlarını anlatıyoruz, peki ama neye düşman denir, kim bu düşmanlar? Adım adım filmdeki diğer bakış açısı ve anlatım tarzlarını da görmeye başlıyoruz zamanla.
Sinemanın Gücü
Ülkenin en karlı film festivali Altın Koza'da ödülleri topladıktan sonra İstanbul'daki ticari gösterim öncesi galada konuşan Eskiköy'ün filmi zaten Almanya'da gösterime girmiş. Film ülkenin iki tartışmalı konusu: Ülkedeki Kürt azınlığına yapılanlar ve Alevi açmazı üzerinden gidiyor. Aleviler de bu ülkede zulme uğrayan dini bir azınlık.
Film Kürt yönetmen Zeynel Doğan'ın ailesinin deneyimlerinin serbest bir uyarlaması.
Doğan ben mesafe olarak uzakta olmama rağmen deneyimlediğim, bana yakın olan hikayeyi anlatmak istiyorum diyor ve ekliyor: Artık ülkemizde sinemanın birşeyleri değiştirebileceğine dair bir uzlaşı var.
Güçlü ve ortak faktörler ülke sinemasının en son hasatlarında dikkat çekiyor. Mesela günlük hayatın içindeki sıradan insanları anlattığı için filmimin adı Şimdiki Zaman (Present Tense) diyor Belmin Söylemez. O, sıradan insanların gözünden bakıyor toplumdaki değişimlere, İstanbul'da ve Türkiye'de. Biz ise filmde meydana gelen tüm değişiklikleri sorguluyoruz.
Şimdiki Zaman Türkiye'deki festivallerde bir dizi ödül aldı ve yurtdışı gösterimlerine başladı. Film Bir genç kadının Abd'de yaşayabilmek için kazanması gereken parayı fal bakarak elde etme çabasını umutsuzca anlatıyor.
Bir çok genç insanın, özellikle iyi eğitilmişlerin ülkeden kaçmak için uğraştığını, burada daha fazla durmayı düşünmediklerini vurguluyor.
Giderek Güçleniyor
Q and A'den uluslararası bir film eleştirmeni Şimdiki Zaman ile Arjantin Yeni Dalga Sineması arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor ve ikisinin de sıradan yaşamlar vasıtasıyla güçlü portreler çizdiğini söylüyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik, politik ve kültürel dönüşüm yönetmenlere önemli bir besin kaynağı oluşturuyor.
Söylemez Türkiye Sineması'nda güçlendiği hissedilen kadın mevcudiyetinin bir parçası. Kadın yönetmenlerden İlksen Başarır kesinlikle kendilerinin cesur olduğunun altını çiziyor.
Başarır'a göre bir film çekebilmenin onlar için şans olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden sahip oldukları en güçlü öyküyü anlatmak istediklerini söylerken başka bir film çekememe ihtimaline dem vuruyor. Başarır'ın filmi Atlıkarınca (Merry Go Round) Türkiye'de hala tartışılan bir tabu olan enseste değiniyor.
Akademik çevreden gelenlere baktığımızda; kadın yönetmenlerin deneyimlediği toplumsal ve politik problemleri anlatmakta istekli olduğunu ve güçlendiğini tahmin ettiğini söylüyor Bahçeşehir Üniversitesi Profesörü Tül Akbal Sualp.
Belma Baş'ın Zefir'i (Zephyr) bu yılın başlarında Almanya'da, Dünya Kadın Filmleri Festivali'nde en iyi film seçildi. Film sonu trajediyle biten genç bir anne ve çocuğunun gerilimli hikayesini anlatıyordu. Karadeniz'in şehir yaşamından izole edilmiş çarpıcı bir güzelliğe sahip dağlık bir bölgesinde geçiyordu hikaye.
Belma Baş çarpıcı kadın karakterlerin sinemamızda eksik olduğunu söylerken sinemada bazı şeylerin değiştiğini belirtiyor. Onun böyle karakterler yaratmak istemesinin filmini kadın filmi yapmadığının da özellikle altını çiziyor.
Belma Baş'ın filmi Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi öncü yönetmenlerle benzerliği dikkat çeken yönetmenin filmlerine ulaşmak da bir hayli zor, çünkü sinemalarda Hollywood ithalatı ürünlere karşı olduğu kadar ana akım Türkiye Sineması'na karşı da mücadele veriyor.
İstanbul'un ünlü caddesi İstiklal'de yürürken ana akım Türkiye Sineması'nın pembe dizi estetiğiyle çekilmiş örneklerinin caddedeki çok sayıdaki sinemanın salonlarını doldurduğu göze çarpıyor.
Dağıtımcıların sadece ana akım Türk filmlerini tercih ettiğinden yakınıyor Belmin Söylemez, bizim filmlerimizin yurtdışında daha çok izlenmesi bir ironi ve çok üzücü diye devam ediyor ve ekliyor; Türkiyeli izleyicilerin özellikle gençlerin bizim filmlerimizi daha çok görmesini isterim ama birçok sanat filmleri gösteren sinema kapanırken bağımsız sinemanın varlığı her geçen gün daha da daralıyor.
Denizaşırı Bilinirlik
İstanbul dev inşaat yapımının patladığı bir merkez, dolayısıyla bağımsız sinema işletmecileri kiraları ödemekte zorlanıyor. Yükselen sinema zincirleri (AVM'ler) onları en alt sınıra itiyor.
Böyle bir durumda ülkede sayıları artan film festivalleri böyle filmlerin gösterilebildiği ana üs olarak kalıyor.
Şimdi yurtdışındaki tanınırlığın kendisini heyecanlandırdığı söyleyen Eskioğlu, üç dört yıl önce Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu'nun festival festival gezdiğini şimdiyse genç yönetmenlerin yurtdışına gittiği ve ödüllerle döndüğünü belirtiyor.
Ayrıca yabancı izleyicilerin Türkiye'den gelen filmlere gösterdikleri ilgi buradaki yönetmenlerin sorumluluğunu da arttırıyor, daha iyi filmler yapmak için kamçılayıcı oluyor.
*Bu yazı Dorian Jones'un 2 kasım 2012 tarihli BBC News'teki aslından çevrilmiştir, yazının aslına ulaşmak için http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-20174903

7 Ekim 2012 Pazar

Filmekimi'nden...

Cristian Mungiu'dan Büyük Bir Film


Yıllar önce 4 Ay 3 Hafta 2 Gün filminden çıktığımda halet-i ruhiyemi ancak sarsılmak, şoke olmak gibi kelimeler açıklayabilirdi herhalde. 2 genç kızın dayanışması üzerinden 1 günlük kürtaj hikayesi, Romen toplumunu çarpıcı bir klinik gözleme tabi tutuyordu. 5 yıl gibi uzun sayılabilecek bir aradan sonra çektiği Beyond The Hills (Tepelerin Ardında) ise yine 2 genç kızı odağına alıyor. Fakat bu sefer aralarında arkadaş dayanışmasının ötesinde bir şeyler var: Lezbiyen bir aşk söz konusu. Yetimhanede büyüdükten sonra Almanya'ya çalışmaya giden kızın Romanya'ya sevdiğinin yanına geri dönüşü anlatılıyor. Ne var ki sevdiği tepelerin ardında bir ortodoks klisesinin yanındaki manastırda dini dogmaların boyunduruğunda yaşamakta ve kendini ilk aşkına değil tanrı aşkına adamıştır, diğeri ise aşkından vazgeçmeyen isyankar ruhlu bir kızdır. Peki manastır gibi bir ortamda bu aşkın yaşanabilmesi ne kadar mümkündür? Bizi dini yaptırımların gölgesindeki bir yasak aşkın feci sonuna adım adım götüren film, hiç şüphesiz dini öğretilerin çağdışı bakışının insanca yaşama nasıl da fütursuzca ket vurduğunu gösteriyor. Bu yönüyle son zamanlarda böyle bir mevzuyu en sert ve hümanist açıdan irdeleyen fevkalade ilginç ve değerli bir yapıta dönüşüyor. Mungiu kapkara roman tadındaki 150 dakikalık filmde bir an bile gözümüzü kırpmamıza izin vermiyor, sinemaskop (BZA gibi) olarak çekilen filmde çoklu oyuncuları uzun planlarda konuşturduğu sahnelerse gelecekte Mungiuvari olarak anılacak bir tarzın öncüsü olacağını sanıyorum. Sonuçta yakın zamanların bir 3.sayfa haberinden yola çıkılan film elindeki sanatın inceliklerini iyi bilen bir yönetmenin elinde bir başyapıta dönüşüyor.
Türkiye'nin muhafazakarlaşmasını anlatmak isteyen yönetmenlerin de bu filmden çıkaracağı önemli dersler var. Filmin öncesinde de ciddi bir hazırlık süreci gerçekleştirilmiş ve filmin bir yerinde geçen, kilisenin 464 tane günahı araştırılmış ama Mungiu'nun da belirttiği gibi insani duygulara karşı duyarsız kalma günahının unutulması belki de filmin çıkış noktası. Yıldız:* * * *

Daha önce Altın Koza'da izleme fırsatı bulduğum Haneke'nin Amour'u ötenazi konusunu tartışmaya açmanın ötesinde hakiki sevginin ulaşabileceği boyutlara dair günümüz insanının görmesi gereken büyük bir ders niteliği taşıyordu. Filmekimi'nde görme şansı yakaladığım Vinterberg'in The Hunt'ı da pedagoji derslerinde okutulacak bütünlükte önemli bir eser niteliğinde.

1990'larda Thomas Vinterberg Lars von Trier'le birlikte Dogma akımının önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmıştı, daha sonra kariyeri inişe geçerken Lars von Trier dünya sinemasının yıldızı konumuna geliyordu ve gün geldi o yıldız saçmalamaya başladı, kendi kendini bitirdi. Vinterberg ise yıllar sonra başyapıt mertebesinde görülebilecek bir eserle karşımıza çıkıverdi. Filmin adı olmasa ve ben filmi izlesem, kendim bir ad koysam, The Hunt yani Av derdim, ne kadar tuhaftır ki filmin orjinal ismi olan Av'ı Onur Savaşı olarak çevirmişiz. Filmde batılı sinemanın çokta uzağında olmayan cadı avı var. Fakat ne ellerinde meşalelerle cadı arayan kalabalık var ne de dakikalarca süren sorgu sahneleri. Anaokulunda çocuklarla ilgilenen Lucas bir gün evlerinde iç huzuru yakalayamamış yakın arkadaşlarının kızının kendisinden istediği yeni baba rolüne karşılık vermediği için çocukça bir iftiraya uğrar, anaokulu müdüresinin olayı ciddiye alması, uzmanın yanlış teşhisi sonucunda Lucas hem işinden olur hem de çevresi tarafından dışlanır. Filmin içinde bölüm bölüm kasabalı hayvanları da avlıyor, Av açık bir metafor. Hayvanları gözünü kırpmadan öldüren bir toplum yeri geldi mi medeniyet bellediğimiz Avrupa'da insanları da niye avlamasın ki? Vinterberg aile kurumunu eleştirirken, basit önyargıların, yıllardır birlikte yaşayan kasabalının bile arasındaki güvensizliğin helezonik şekilde nasıl büyüyebileceğini ve ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini anlatıyor, ana karakterden fazla ayrılmamaya çalışan kamerası, yalın dili, tutarlı senaryosu ve oyunculuğuyla çok güzel bir seyir sunmanın dışında bir zamanlar Haneke'nin Beyaz Bant'ı için söylediğimiz pedagogların araştırma sahasına giren diğer bir film olma özelliği taşıyor. Yıldız:* * * *
Akla zarar bir yönetmenin filmi: Acı
Kim Ki Duk Uzak Doğu sinemasının yaratıcı isimlerinin ön saflarında geliyordu. Rüya filminde az kalsın bir oyuncusunun ölümüne yol açmak üzere olduğundan, bir süredir film yapmayı burakmıştı. Önce Arirang şimdi de Pieta'yla karşımıza çıkıverdi. Venedik'ten Altın Aslan getiren Pieta (Acı) filmi için Freud'a mı danışşak diyeceğim de o da kurtarmayacak. Oğlu mastürbasyon yaparken ona yardım eden bir anne görmek mi istiyorsunuz o zaman bu filmi izleyin dersem de filme haksızlık yapmış olurum. Anne sevgisinden yoksun büyümüş bir çocuğun mutlu aile kurma yolundaki insanları borca bağlayıp, borçlarını ödemediklerinde de onları sakat bırakması, hatta öldürmesini Ki Duk'a yakışan doğu masallarını hatırlatırcasına bir atmosferde anlatıyor film. 30 yıl sonra oğlunun karşısına çıkan anne de senaryodaki önemli gelişmeleri aktarmamak adına söylemek istemediğim bir şeyler yapıyor tabii. Acı ha deyince anlaşılacak, hemen kesin yargılar verilebilecek bir film değil belki, ama Kim Ki Duk'un diğer filmlerinde de gördüğümüz bir şeyler var burada. Sevgiye ve cinselliğe aç erkeğin haklı öfkesi. Acı, onulmaz bir yalnızlığın(sevgisizliğin) nasıl da faşizme dönüşebileceğinin filmi. Filmi izlerken bizim Anayurt Oteli'ne de gittim durdum. Sonuçta yönetmenine yakışır uçuk kaçık ama iyi bir film olmuş bana kalırsa Acı. Yıldız:* *
Kiarostami ve Zeitlin'in Filmleri
İranlı Kiarostami ustanın İtalya'dan sonra bu kez Japonya'da çektiği Like Someone İn Love (Birini Sevmek Gibi) yönetmenin minimalist dilini çok hoş kadrajlarla buluşturan enteresan bir film, 24 saatten bile az zamanda geçen filmde konsomatrislik yapan bir kızın bir profesörün evine gitmesi ve adamın ona bir erkekten çok baba/dede gibi bir yakınlık kurmasını anlatıyor, tabii kızın azılı sevgilisi işin içine girince ve adamı kızın dedesi sanınca işler karışıyor. Son derece hafif dokulu bu film bütün tadı damağımızda kalan yapısının ardında, özelde üniversite gençliğinin ekonomik kökenli sorunlarına içtenci bir bakış getiriyor ve Avrupa'da olduğu gibi Japonya'da da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor.Yıldız:* * Benh Zeitlin'in ilk yönetmenliğini Düşler Diyarı başlığıyla izledik. Amerikayı vuran Katrina kasırgasının yanı başında doğanın zor koşullarıyla başbaşa yaşayan insanların belgeselle-düşlerin iç içe geçtiği anlatısı bir ilk filme göre oldukça etkili bir görselliğe sahip olsa da üst düzey filmlerin sayıca fazla olduğu bu yılki etkinliğin mecburen görece-zayıf halkası durumuna düşüyor, yine de geleceğin Terrence Malick'i olabileceğine dair sinyaller de var filmde. Yıldız:*
Sonuç:
Bu yılki Filmekimi son yıllardaki etkinliklerin en iyilerinden birini yaşatmış bulunuyor. Tepelerin Ardında, Sevgi ve Av gibi 3 başyapıtı sunması bile başlı başına yeterli. Filmekimi'ni kaçıran talihsiz sinemaseverler için de dileğimiz en kısa zamanda bu filmleri izleyebilmeleri olacaktır ve biz ülkemizden şikayetçi oladuralım ki sonuna kadar haklıyız, AB ülkelerinde de vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını görmemiz bu yılın en dikkat çekici hususuydu.

23 Eylül 2012 Pazar

Sonuçları Değerlendirme


Sürprizin En Güzeli Başımıza Gelirken Araf'ın Unutulması Yenilir Yutulur Değil
Altın Koza'da ödüller sahiplerini buldu. Bu seneki ödüller dağıtılmaya başladıktan sonra jüri ne kadar tutarlı gidiyor, hiç sürpriz yok diye şaşırmıştık. Ta ki ''Yılmaz Güney'' ödülüne kadar böyle devam etti ama açık şekilde jürinin bombalarını son 2 ödüle (1.lik ve 2.lik) sakladığını gördük.
Genel olarak baktığımızda tartışacağımız çok fazla karar yok aslında, son iki ödüle kadar kendi dallarında öne çıkan filmler kazandı. Araf'ın genç oyuncuları, Siirt'in Sırrı'ndaki kurgu, Lal Gece'nin İlyas Salman'ı, Gözetleme Kulesi'nin Nilay Erdönmezi, yine Gözetleme Kulesi'nin görüntü yönetimi ve yönetmenlik ödülleri benim kişisel ödül listemle çakıştı. Ancak senaryonun Babamın Sesi'ne gelmesi bu alandaki başarılı Araf ve Ateş'in Düştüğü Yer gibi filmleri devre dışı bıraktı. Kanımca Ateş'in Düştüğü Yer'in senaryo ödülü dışında pek de iddiası olmadığı için, daha doğrusu yönetmen, Yılmaz Güney ve en iyi film gibi dallara daha çok yakışan filmler olduğu için ödülsüz döneceğini anlamıştık. Ancak ''Yılmaz Güney'' ödülünün oldukça başarılı bir ilk film olan Şimdiki Zaman'a gelmesi bütün hesapları karıştırdı. Açıkçası, bir şekilde gençlerin maddiyat sorunlarıyla ilişkili bir film olarak bu ödüle uygun olmadığını söylemek biraz haksızlık olur. Hep daha keskin politik damarı olan filmler bu ödüle layık görülür ve bu yüzden en uygunu Babamın Sesi'ydi belki ama yönetmenleri bir önceki filmleriyle bu ödülü de almışlardı, yine aynı ödül olur muydu? En yakışanı o olduğu için başka seçenek öngöremedik ama jüri onlara bu haktan fazlasını vererek güzel bir sürprize imza attı. Güzel bir sürpriz, çünkü filmden sonraki yazımda da dile getirdiğim gibi gerçekten belge değeri taşıyacak bir eserden sanat sinemasının derinliklerine inen, bu ülkenin acılarını bellek üzerinden anlatmaya çalışan ve küçükte olsa bir ödül almasını istediğim bir filmdi, ödüllerin en büyüğünü aldı. Son derece mütevazı koşullarda çekilmiş ve usta işi yönetmenlik hamlelerinin uzağında/ henüz olgunlaşmamış bir dili olması, en iyi filme layık görülebileceğini aklımıza getirmedi. Buna karşın filmlerin düzeyinin yüksek olduğu bir şenlikte, hatta ülkenin zor zamanlardan geçtiği böyle dönemlerde böyle bir filmin öne çıkarılması da ayrıca anlamlı. Yine de hemen her yönüyle çok yetkin bir film olan Araf da en azından yine Babamın Sesi'ne gelen senaryoyu alabilirdi, önemli 2 ödülün aynı filme gitmesi güçlü bir seçkinin demokratikliği açısından da sıkıntılı ya da daha soğuk baktığımız bir ihtimal kayda değer 3 ödül alan Pelin Esmer'in yönetmenlik ödülü Araf'a verilebilirdi. Cannes gibi büyük festivaller bu tarz sıkıntıları en önemli 2 ya da 3 ödülden sadece birini alan filme başka ödül verilmesini yasaklayarak sağlayabiliyor. İleriki yıllarda böyle uygulamaların ülkemizde yapılması daha sağlıklı sonuçların ortaya çıkmasına katkı sağlayabilir. Sonuçta sinemanın anlatım araçlarına hakimiyeti bakımından festivalin en güçlü filmiydi Araf, küçük ödüllerle geçiştirilmesi, hem güzel bir sinemasal deneyimi harcadı, hem de yönetmeninin girdiği olgunluk döneminin görmezden gelinmesi anlamına geldi. Yine bizden ödül çıkmayan ama bir ödül alabileceğini özellikle yan jürilerden taltif görebileceğinin altını çizdiğimiz Erden Kıral'ın Yük'ü de bizi haksız çıkarmadı. Film yönetmenleri jürisinin (film-yön) ödülünü kaptı.
Film-yön'ün diğer ödülü ve Siyad ödülü de oy çokluğuyla Şimdiki Zaman'a gidince festivalin ikincisi de net bir şekilde Şimdiki Zaman olmuş oldu. Şimdiki Zaman'ın bu kadar parlatılması bazılarına abartı gelse de film resmen 3 ayrı jüriden de taltif görerek, ulaşılması zor bir başarı elde edip çok da tartışma götürmeyecek bir konuma yerleşti. Ödül dağılımına baktığımızda festivalin üçüncüsü de Gözetleme Kulesi oldu diyebiliriz. Yeraltı'na tüm artılarına rağmen bir türlü ısınamayan benden ödül çıkmamıştı. Jüri filmin en büyük kozu Engin Günaydın'ın ödülünü İlyas Salmanla paylaştırınca film dolaylı da olsa yarım bir ödülle yetinmek zorunda kaldı. Benim Araf'ın unutulmasına duyduğum hissin benzerini Yeraltı için duyanların sayısı hiç de az değil. Yine jürinin geçiştirdiğini düşündüğüm Reis Çelik'in Lal Gecesi'nin ''izleyici ödülü'' alması ayrıca anlamlı oldu. Özetle 2 sürprize rağmen, en iyi ödülleri alan filmlerin de oldukça başarılı olması sebebiyle çok da yadırgamıyor, üzülemiyor geçen seneye nazaran daha iyi kararlarla bir Altın Koza'yı noktaladığımızı düşünüyorum. Ağır topların, kusursuza yaklaşmaya çalışan sinema deneyimlerinin aksine gençlerin çok hevesli yaratıcı yeteneklerini, ülke insanının can alıcı sıkıntılarıyla birleştirebilen sanat sinemasının zaferi diyebiliriz. Festivallerin bu yönünü özenle koruması gerektiğinden değerli bir durum bu.
Tüm ödüller: En İyi Film Ödülü: Babamın Sesi En İyi Yönetmen Ödülü: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi) En İyi Senaryo Ödülü: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi) En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: İlyas Salman ve Engin Günaydın En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nilay Erdönmez Jüri Özendirme Ödülü: Evin Demirhan (Siirt’in Sırrı) En İyi Yar. Erkek Oyuncu Ödülü: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi) En İyi Yar. Kadın Oyuncu Ödülü: Laçin Ceylan, Nihal Yalçın En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi) En İyi Kurgu Ödülü: Öner Biberkökü, Kristen Stevens (Siirt’in Sırrı) En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan (Araf) En İyi Müzik Ödülü: Verilmedi Yılmaz Güney Ödülü: Şimdiki Zaman SİYAD En İyi Film Ödülü: Şimdiki Zaman Umut Veren Genç Erkek Oyuncu: Barış Hacıhan (Araf) Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü: Neslihan Atagül Jüri Özel Ödülü: Siirt’in Sırrı Adana İzleyici Jürisi Ödülü: Lal Gece Film Yönetmenleri Derneği En İyi Yönetmen Ödülü: Belmin Söylemez (Şimdiki Zaman) ve Erden Kıral (Yük)

22 Eylül 2012 Cumartesi

Bu Yıl Jürinin İşi Zor

Altın Koza'da dün gece itibariyle 14 yarışma filminin hepsini izlemiş bulunmaktayız. Geçen seneki ortalamanın epey üzerinde bir seçkiyi devirdiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz, geçen yıl ödül alacak 3.filmi bulmakta zorluk çekerken bu yıl ödül listesine sızabilecek birçok film var.
Yeni filmiyle Bornova Bornova'daki başarısının tesadüf olmadığını gösterdi bizlere İnan Temelkuran, hem de belgesel janrında. Siirt'in Sırrı'nda Siirtli milli güreşçi Evin Demirhan'ın hikayesini anlatıyor yönetmen. Bunu yaparken de bazı istatistiklere başvuruyor. Bu sporları fakir sayılabilecek ailelerin kızları tercih ediyor çünkü ucuz ve bu spor sayesinde gelecek kurmak, ailesini kurtarmak gibi hedefleri var. Onların hiçbirinin bale yapma şansı yok ama Siirt'te bir kızın güreş yapması da olacak şey mi? Ülkemizin sanata olduğu gibi spora da az yatırım yapması gibi bir eksik filmin içinden geçen önemli bir detay. Ciddi bir keşfin ve özenli bir emeğin ürünü olan Siirt'in Sırrı'nı büyük zevkle izledik. Festivalin ödül almasını dilediğimiz filmler kervanına o da katıldı. Ortalık ana baba gününe döndü, ''en iyi kurgu'' ve ''en iyi müzik'' dallarında iddialı olması güçlü ihtimal. Aslında hikayesini anlattığı insanların milliyetçi içselleştirmişlikleri olmasa ''Yılmaz Güney'' ödülü bile aklımıza gelmiyor değil. Sanırım bu haliyle bu ödüle pek de uygun değil.
Reis Çelik'in yönetmenliğini yaptığı Lal Gece, çocuk gelinler meselesine değiniyor. Bu topraklardaki bu kadim soruna içerden bir bakış atıyor. Büyük çoğunluğu bir gerdek odasında geçen film iyi bir kapalı mekan çalışmasının ötesinde, İlyas Salman'ın muhteşem oyunculuğuyla hafızalara kazındı. Tabii meseleye yaşlı erkeğin mağduriyeti penceresinden bakması da tartışılabilecek bir konu. Bu açıdan feministlerin yetersiz görebileceği filmin ne olursa olsun çarpık toplumun böyle bir yarasına, bu kadar yakından yer yer mizaha göz kırpan şekilde bakması takdir edilesi. Günün diğer izlediğimiz filmi Selim Evci imzalı Rüzgarlar, bizce Aziz Ayşe ile birlikte yarışmanın en kötü filmlerinden. Filmin anlatmak istedikleri o kadar belirsiz ki, resmen yönetmen ne yapacağını bilmez halde. Bir ses teknisyeninin bir Rum kadınla tanışması, 2 yıl geçmesi, acılarını kayda alması sonra onun kızıyla yakınlaşmasını anlatayım mı anlatmayayım mı kararsızlığı, bir de hikayeye dahil olup çıkan eski bir eşle resmen 117 dakikamızı yedi. Siyad jürisinden Radikal yazarı Şenay Aydemir filmin yarısında çıktı üç-beş dakika sonra geldi ve kaybettiği birşey olmamıştı, düşünün siz. Okullarda senaryo nasıl yazılmaz dersinde gösterilecek saçmasapan bir film. Bu seneki güzel seçkiye yakışmadı. Halbuki filmin başında ve sonrasında da çokça devam eden güzel kadrajlarıyla çok umutlanmıştık ama karşımızda bir eser olduğunu söylemek çok zor. Umarım jüri ''en iyi görüntü yönetimi'' ödülü vermek gibi bir çılgınlığa düşmez.
Son olarak bu akşam 20.30'da A Haber'in canlı yayınlayacağı ödül töreni öncesi şahsen böyle bir hak bize verilseydi ödülleri nasıl dağıtırdık ona bakalım.
EN İYİ FİLM: ARAF
YILMAZ GÜNEY ÖDÜLÜ: BABAMIN SESİ
EN İYİ YÖNETMEN: PELİN ESMER (GÖZETLEME KULESİ)
EN İYİ SENARYO: ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ: GÖZETLEME KULESİ
EN İYİ KADIN OYUNCU: NİLAY ERDÖNMEZ (GÖZETLEME KULESİ)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: İLYAS SALMAN (LAL GECE)
UMUT VEREN GENÇ OYUNCULAR: NESLİHAN ATAGÜL ve MURAT HACIHAN (ARAF)
JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: ŞİMDİKİ ZAMAN
EN İYİ KURGU: SİİRT'İN SIRRI
EN İYİ MÜZİK: SİİRT'İN SIRRI
EN İYİ SANAT YÖNETİMİ: LAL GECE

21 Eylül 2012 Cuma

Haneke İyiliğin Peşinde


Ötenazi karşıtı hükümetlere derhal bu film izletilmeli.
Michael Haneke'yi bugüne kadar insanın kötücül tarafını deşifre eden bir yönetmen olarak tanımıştık. Ama Aşk'ta (Amour) bambaşka bir şey yapıyor, mizansenin içinde bir insanlık dersi veriyor.
1990'ların başında bir üçleme olarak tasarladığı filmlerden Bir Kronolojinin 71 Parçası ile sinemalara uğradığında Robert Bresson'un 1983'te Para isimli filmle sinemaya veda ettiği yerden devam ettiği pek dile getirilmez fakat böyledir. Minimalist sinema estetiğinin yanı sıra, aslında aynı hikayeyi anlatırlar. Toplumsal yapının çığrından çıkardığı katliam makinaları. İnsanlar kötüdür ve kötü gözükmeyenler de kötü olmaya mahkumdur. O dönemlerden bu yana kendi döneminin ruhuna uygun yaratıcı buluşlarıyla kötülüğü anlattı bize Haneke. Saklı'da yaratıcılığının sınırlarını iyice yukarı taşıyan Beyaz Bant'ta ise ilk kez bizi tamamen geçmişe götüren yönetmen bu sefer de kendi sinemasının biçimsel yalınlığını sonuna kadar koruyor, aslında içerik olarak da spoiler vermemek adına fazla söylemek istemediğimiz kendi sinemasına has bir takım unsurlar mevcut. Haneke yine rahatsız edici ama ilk kez de bu kadar romantik. Sanılmasın ki alışıldık salya sümük sözümona Aşk Masalı (Love Story) gibi filmlerden biri, aksine mesafeli, soğuk bir film bu. Gönlümüzü çeldiği kadar bilincimize de sakin bir şekilde seslenen bir eser. Filmin 125 dakikasının bir kaç saniye haricinde bir apartman dairesinde geçtiğini de belirtelim. Bir film düşünün ki yaşlılığın/hastalığın sonuçlarını ailesel ve kurumsal taraflarıyla irdelesin. Üstüne de has aşık nasıl olur göstersin ve finalde de kimilerini şaşırtan öyle bir hamle yapsın ve noktayı koysun. Haneke kendini mi anlatıyor acaba, gençlikten umudunu kesmiş belli ki demeden de edemiyor insan. Aydın duyarlığı çağına tanıklık etmekse Haneke bunun sorumluluğunu taşıyor, hem zamanı aşan hem de şimdilerde şiddetle tartışılan ötenaziye değiniyor, filmde ötenazi kelimesi geçmese bile. Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva'nın alıp götürdüğü film bu blogta daha uzunca bir analiz yaptığımız Beyaz Bant gibi bir sinema dersi değilse de kesinlikle bir insanlık dersi, çok anlamlı bir film. Beyaz Bant'ın dört başı mamur senaryosu ve enfes görüntülerine hayran olanlar o kadar tatmin olmayabilir. Aşk daha basit, makul ölçülerde çekilmiş bir film. Bir açıdan genel izleyicilerin de anlamakta zorlanmadan izleyebileceği bir film olma özelliğine de sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Belki Bugünden Edebiyat Dergisi'nin ilerki sayılarında Aşk'a dair daha uzun bir yazı yazabilirim. Şimdilik bu kadar. Yıldız:* * * *
Not: Fransızca'da Amour kelimesi hem aşka hem de sevgiye karşılık geliyor, onlar bizim gibi ayırmıyorlar. O açıdan dilimize sevgi olarak da çevirebiliriz, belki daha doğru olur.

20 Eylül 2012 Perşembe

Festival Bu Sene Mutlu Ediyor



İsmail Güneş'in Ateş'in Düştüğü Yer adlı filmi töre cinayeti meselesini bir baba ve kızın yol hikayesi üzerinden anlatırken izleyicisine güçlü bir duygu geçirmeyi başarıyor.
Altın Koza'nın yarışmadaki 3.günü geride kaldı ve son gün filmlerinin bize korkunç sürprizler yapmaması halinde bu seneki seçkinin geçen senenin epey üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Haliyle izlediği filmin bir ödül alabileceği hissini duymak bir festival izleyicisinin en büyük mutluluğudur. Bugünün en etkileyici filmi kuşkusuz Ateş'in Düştüğü Yer idi. Evlilik dışı ilişkiden gebe kalan ve sevdiği adam gidip bir daha dönmeyen kız 13 haftalık olunca hastaneye kaldırılır ve ailesi durumu öğrenir. Babası kabullenemez ve kızını öldürmeyi kafasına koyar ama kızı bunu bilmez. Kızını öldürmek için dayına gidiyoruz bahanesiyle yola çıkarlar ve bu süreçteki yol hikayesi filmin büyüklüğünü apaçık bizlere gösterir. Kieslowski'nin haletiruhayesi dalgalanan ve vicdanıyla hasaplaşmak zorunda kalan karakterlerini hatırlatan bir çalışma yapmış Güneş. İzleyicisinin duygularını pataklamayı iyi bildiği kesin. Sinemasındaki mizansen yaratma yeteneğini de bir adım yukarı taşıyan Güneş'in filminin en büyük gücünün sımsıkı örülmüş, bir an bile gözümüzü kırpmamıza izin vermeyen senaryosuna borçlu olduğunu söylememiz lazım. Ateş'in Düştüğü Yer'in istenmeyen gebeliğe değinen 3.film olmasını Tayyip'in ünlü ''kürtaj cinayettir'' çıkışının bir tezahürü olarak düşünenlerse yanılacak, çünkü kürtaj meselesini irdeleyen 3 film de bu tartışmalardan önce tamamlandı. O zaman takdiri ilahi mi demek lazım acaba?
Günün diğer ilgiye değer filmi de İki Dil Bir Bavul'un yaratıcılarının Babamın Sesi adlı ikinci çalışmalarıydı. Festivalde dün izlediğimiz Anadilim Nerede gibi o da dil üzerine eğildi. Yalnız bunu oldukça özgün hatta izleyicisini zorlayabilecek tarzda geçmişin kaset kayıtları yardımıyla gerçekleştirince, bellek ve acılar üzerine yapılmış bir film olarak beğenimizi kazandı. Kürt meselesine, düşmanlığın köklerine dair mümkün olduğunca objektif yaklaşmaya çalışan, kendi ana-babasının bizatihi deneyimlerinden handiyse kurmaca diyebileceğimiz tat da, iyi niyetli bir film çıkarmış yönetmenleri. Bir kez daha ''Yılmaz Güney'' ödülü alırlar mı bilinmez fakat küçükte olsa bir ödül almasını isterim doğrusu.
Ustalar Beni Ortadan İki Parçaya Ayırdı, Sevdim mi Bilemedim?
İlk usta Derviş Zaim'di. Devir ile belgesele çok yaklaşan hatta şu ana kadar ki filmler içinde bizce belgesele en çok yaklaşan ''kurmaca bir film'' yapmış Zaim. Burdur Hasanpaşa köyünde çıkış tarihi bilinmeyecek kadar eskiye dayanan kırmızıya boyanmış koyun yarışlarını anlatıyor, temel odak bu. Bunu anlatırken maden kurulması, doğanın katli gibi doneler de mevcut. Örneğin taşı toplayamayıp, sentetik boya kullanmak zorunda kalmaları gibi sahneler var filmde. Fakat yetersiz kalıyor sanki. Tabii ki elindeki aracı kullanmayı iyi bilen olgun bir yönetmenin filmi olduğu hissini de geçiriyor. Yine de beni iki parçaya ayırdı, sevdim mi sevmedim mi bende anlayamadım. Sanırım pek sevemedim. Diğer benzer duyguları daha yaşlı bir usta Erden Kıral yaşattı. Yük adlı karmaşık duygusal ilişkiler ağını anlatmaya yeltenen; ses kurgusu, oyunculukları ve atmosferiyle izleyeni alıp götüren fakat senaryosuyla izleyicisini yarımyamalak ortada bırakan bir film yapmış.Bunun yönetmenin kasıtlı tercihi olduğu belli. Ama sanat filmi yapıyoruz diye bu kadar boşluk bırakılması ne kadar doğru olabilir ki. Resmen 80 dakikalık filmin diğer 40 dakikasını siz kafanızda çekin diyor yönetmen. Yine de bir hatta birkaç ödül (yan jüriler vs.) alırsa şaşırmamak lazım. Çünkü madencileri anlatan bir film gibi gözükse de, film hayalle gerçek arasında gidip gelen alacalı yapısıyla bütün madenin bir metafor olarak kullanıldığı şu ana kadarki en tuhaf film olarak karşımızda durmakta.

Koza'nın Araf'taki Çocukları


Pandora'nın Kutusu'nu izledikten sonra net birşey söylediğimi hatırlıyorum: Yeşim Ustaoğlu en iyi kadın yönetmenimiz. Bugün prömiyerini yapan Araf'ı izledikten sonra ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gördüm. Bu film Ustaoğlu'nu Cumartesi gecesi şüphesiz sahneye çıkaracak.
Festivalde 2.güne girmekle beraber heyecanın giderek alevlendiğini söyleyebiliriz. Heyecanımızı arttıran filmlerden biri Yeşim Ustaoğlu'nun Araf'ıydı. Ustaoğlu 90'ların sonunda Güneşe Yolculuk ile o dönem cesur kabul edilebilecek Kürt meselesine 2000'lerin başında kimliğini gizlemek zorunda kalan bir Rum kadına odaklanan Bulutları Beklerkenle yine benzer sorunlara değinen nitelikli filmlere imza atmıştı. Pandora'nın Kutusu'ndaysa politik tavrını büyük şehir insanın yalnızlığına transfer ettiği bir döneme girdiğini müjdelemişti. Son filmi Arafla beraber Türkiye sinemasındaki yerini bir adım daha yukarı taşıyor. Alt sınıftan 2 gencin hayat mücadelesi, arzuları ve sıkışmışlıklarını son derece yetkin bir sinema dili, çok iyi oyunculuklar ve sağlam bir senaryoyla taçlandırıyor. Kamyonların durduğu bir mola yerinde çalışan gençlerin hayatı bir kamyoncunun (Özcan Deniz) hayatlarına girmesiyle bambaşka bir noktaya varıyor. Filmde fakir sayılabilecek, okumamış insanların çaresizliklerine dair pek çok bilgi verilmiş, şu da olsaydı, buna da değinilseydi, böyle gedikler var demek zor. Flash tv ile Acun'un Var mısın Yok musun programından tutun da kolbastıya, apaçi dansına, oradan amatör video çekme tutkusuna, kızın sigara paketiyle yakalanmasına kadar bir çok ayrıntı oldukça dikkatli işlenmiş. Orta-üst sınıfın bunalımlarını görmeye alıştığımız sinemamızda aslında yabancı olmadığımız alt sınıfın insanlarını bu kadar yakından görmek güzeldi. Sonuçta Ustaoğlu'nun konvansiyonel ile çağdaşı, politik olanla sanatsal olanı, toplumsal ile bireyseli iç içe geçirdiği tam bir olgunluk dönemine girdiğini söylemek mümkün.
Pelin Esmer'in Gözetleme Kulesi
Tuhaf şekilde Araf ile bazı benzerliklere hatta neredeyse aynı denebilecek bir sahneye sahip bir film Gözetleme Kulesi. Araf'ta kadının düşük yaptığı dakikalar burada bebeğin doğumu olarak karşımıza çıkıyor. Sinemamızda alışık olmadığımız böyle sahneleri ardarda gösterilen iki filmde görmek gerçekten çok ilginç bir tesadüf. Dayısının tecavüzüne uğrayan bir kadınla kadının çalıştığı yere uğrayan kuledeki gözetmenin keşişmek zorunda kalan hikayesi oldukça bireysel gözükse de toplumsal arka planından koparılamayacak bir mesele. Ensest mevzusunu, bir insanın vicdani hesaplaşmasıyla harmanlayan alabildiğine yalın bu çalışma oldukça özenli, çekilmesi zor sahnelerle dolu, görüntüleriyle de tertemiz bir iş. Haliyle daha şimdiden yaratıcısını ''en iyi yönetmen'' ödülünün güçlü bir adayı konumuna getirdiğini söylemek lazım. Ayrıca başroldeki kadın oyuncusu da şimdiden ciddi bir favori. Aslında Pelin Esmer bu festivaldeki en büyük 2 ödülü (en iyi film ve Yılmaz Güney ödülü) daha önceki filmleriyle kazanmış biri, bu sefer de ödülsüz gitmez üst üste katıldığı 3 Altın Koza'dan da ödül kapan bir yönetmen olur diye düşünüyorum.
Festivalde dünkü diğer 2 filmse biraz daha geri planda kaldı. Veli Kahraman'ın dedesini oynattığı dökü-drama diyebileceğimiz Ana Dilim Nerede Zazaca'yı odağına alarak dillerin yok oluşuna dair çok mütevazi bir ağıt olarak görülebilir, oldukça tutarlı, sade, merakla izlenen bir film yapmış Kahraman ama hepsi o kadar. Dil konusu şüphesiz hassas olmamız gereken çok önemli bir konu çünkü düşünceyi yaratan dil, dilin kaybolması insanın düşüncelerinin de kaybolması anlamına geliyor. Yalnız film başlamadan önce korktuğum bir olayı da bizzat yaşadık. Konuklardan biri söyleşide yönetmen Anadolu'da yok olan 18 tane dili sayarken Türkçe diye bağırdı, ona da dikkat çekin dedi ve ekledi hiç bir Kızılderili diliyle ilgili film yapmış mı? Hayır, sen bugün yapabiliyorsan Türkiye özgür bir ülke olduğu içindir.
Aziz Ayşe çok acemice bir film.
Festivalin yine belgesele yaklaşan filmlerinden biriydi Aziz Ayşe. Topladığı çöpleri hayır kurumlarına bağışlayan tuhaf bir travestinin hikayesi aslında önemli. Bu insanların ne kadar itildiğini, diğer insanların göstermemeye çalışsa da ne kadar düşmanca tavır takındığını belgelemek istiyor yönetmen, kesinlikle takdir edilesi bir amaç fakat filmdeki Aziz Ayşe'nin yaşayan, gerçek bir karakter olduğu ve filmin bir gazete haberini müteakip oluştuğunu düşündüğümüz de belgesel diyoruz demesine de, filmdeki ünlü oyuncular bile o kadar amatörler ki akıl alır gibi değil, kurmacanın da altında kalan beceriksizlik var ne yazık ki. Kurguyu ve oyuncu yönetimini yeni yeni öğrenmeye çalışan 2. sınıf öğrencisinin bulduğu önemli bir konudan uzun metraj çıkarmaya çalışmasından ibaret olmuş. Sevim Burak iyi bir yazar olabilir ama kızı Elfe Uluç'un iyi bir yönetmen olması için yol uzun gözüküyor.
Dün izlediğimiz filmlerle birlikte yarışmanın yarısını geride bırakmış, kadın yönetmenleri tüketmiş bulunmaktayız.

18 Eylül 2012 Salı

Koza'da Yarışmanın İlk Günü


İlk izlediğimiz 3 yarışma filmi içinden 2'si ilk filmlerini yapan kadın yönetmenlere aitti. Bunlardan Yabancı bir ilk filmin çocuksu acemiliğini bir çırpıda geçen sinema diliyle dikkat çekti.
Altın Koza'da yarışma filmlerinin yoğunluğu başladı. Festival başlamadan önce bu seneki mahsülün geçen seneden daha iyi olma ihtimalinin yüksekliğinden dem vurmuştuk. Bugün izlediğimiz 3 film de bu tahminleri boşa çıkarmayacak sinyaller verdi. Aman diyelim nazar değmesin. Türkiye prömiyerini Altın Koza'da yapan Filiz Alpgezmen'in elinden çıkma Yabancı Fransa'da yaşayan Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamayan bir kızı odağına alıyor. Babası 80 darbesinde Fransa'ya irtica etmiş, vatandaşlıktan çıkarılmış, memleket özlemiyle yanıp tutuşmuş bir solcu. Kızı da babası annesini Türkiye'ye getiremeyip Fransa'da gömmek zorunda kaldığı için babasını Türkiye'ye gömmek için büyük çaba sarfediyor. Cenazeyi ülkeye getirip bürokratik engellere takılıyor, uğraşıyor, çeşitli yollar deniyor ama olmuyor, bunalıyor ve vazgeçme noktasına geliyor. Tam da bu noktada ona ilgi duyan bir yakının tanıdığı bir oğlanla hiç görmediği amcasının yanına gidiyor. Aslında film birbiriyle ilintili 2 bölüm olarak da düşünülebilir. Film bittiğinde Filiz hanım Türkiye'den umudu kesmiş dedik, bu ülkede yaşanmaz, yurtdışındaysan ve bir şekilde yolun düşerse de bir an önce kaç demek istiyor gibi. Teknik olarak oldukça başarılı film. Fransız sinemasının alametifarikası omuz kamerasını etkili şekilde kullanmaya çalışmış. Bundan sonraki filmlerin akıbetini henüz bilmediğimiz için ödül/ödüller alabilir mi, kestirmek zor. Fakat geçen seneki ilk film facialarından birini yaşatmadığı kesin. Özellikle son bölümde yönetmenin giderek dindarlaşan toplumun altını kalınca çizerek göstermesi de bu tarz hassasiyetleri olan laik-kemalist/ulusal sol diyebileceğimiz kesimin filme ayrı bir sempatiyle bakmasını sağlayabilir.
Günün diğer bir yarışma filmi de Belmin Söylemez'in Şimdiki Zaman'dı.
Hayatın içinde maddi-manevi sıkıntılar yaşayan kadın karakter/lerin hikayesi denebilir. Ana karakterin Abd'ye gitmekle, para kazanmak arasında sıkışmış hayatına bir falcı ilanı karışır ve fal bakmaya başlar. Aslında her baktığı falda kendi geleceğini görmeye çalışmaktadır. Ne tuhaftır ki fallarına baktığı kadınlar da ona benzer ve memnun kalırlar faldan. Film özellikle ülkedeki kadınların ruh halinin benzerliğine ve kader ortaklığına dair bir şeyler söylemeye çalışıyor. Başrolde iyi bir oyuncu ve yaratıcı enstantaneler aracılığıyla yapıyor bunu, ülke sinemasının son derece cılız ikliminde hiç de fena bir ilk film değil dedirtiyor ve böylece 2 kadın yönetmen de ilk filmleriyle seçkide olmayı hakettiklerini ve sinemalarıyla geleceğe dair umut taşıdıklarını muştuluyor.
Kekremsi Bir Demirkubuz
Diğer bir izlediğimiz film de Zeki Demirkubuz'un Yeraltısı idi. Dostoyevski'ye alabildiğine sadık bir serbest uyarlama gerçekleştirmiş. Modern zaman insanının ruh halini referans aldığı kitaptan yola çıkarak fena da anlatmamış aslında. Fakat ülke sinemamızdaki ciddi sorunlardan biri bu filmde de mevcut: Ritim sorunu. Özellikle sonlara doğru film gerektiğinden o kadar yavaş akıyor ki; sanıyorum bu Demirkubuz sinemasında da bir ilk, onun sinemasında diyalogsuz, hareketsiz bu kadar uzun boşluklar görmeye alışık değiliz. Şayet filmin satır aralarında da okuduğumuz kadarıyla Nuri Bilge Ceylan vb. ödüllü yönetmenlerin sinemasına atıfta bulunmak istiyorsa, son derece gereksiz, yapmacık bir tavır olmuş bu. Örneğin Antonioni'nin ünlü L'elisse filminin açılış sekansının bir yerinde sevgililerin ayrılışında duvarı çerçevenin ortasına yerleştirir, duvarın iki tarafındaki odaları tek planda göstererek anlatır. Burada da benzer bir olay final planında gerçekleşiyor. Acaba Demirkubuz benim diyalog manyağı sinemamı yeğlemiyorsunuz, alın size hikayeyi mizansen kurgusunda anlatıyorum. Bende gerekirse böyle bir sinema yapabilirim mi demek istemiş. Sanki biraz öyle gibi. Yemek sahnesi başta olmak üzere birilerine öfkesini kusmuş. Kuşkusuz son derece zekice bir yol bu, sanat tarihinde birçok örneği var ama Muharrem karakterinin sofrada dediği gibidir belki de en doğrusu ''fazla kasmaya gerek yok'' olmuyorsa olmuyordur.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Altın Koza Tavizsiz Büyüme Derdinde


Öyle görünüyor ki yarım asıra yaklaşan geçmişine karşın 19.su düzenlenen Altın Koza Film Festivali şimdilik kağıt üzerinde gözükse de en parlak yılını yaşayacak. Büyük festivallerin; ister ulusal düzlemde ister uluslararası düzlemde olsun vitrini yarışma filmleri olduğunu daha önceki yazılarımızda dile getirmiştik. Altın Koza kesintiye uğramadan ilk kez 8.kez üst üste düzenleniyor ve geçen seneki atılımı çok daha ilerilere taşıma gayretinde. Malum geçen sene daha önceki filmleriyle ciddi beklentiler yaratan iki yönetmen Özcan Alper ve Onur Ünlü'nün filmlerini programa dahil etmiş, Altın Portakal'ın Türkiye'nin 1 numaralı sinema etkinliği imajını sallayabileceğinin sinyallerini vermişti. Bu sene sinema kariyeri Özcan Alper'den daha ilerde olan, 90'lar Türkiye sinemasının kurucularından ''yaşayan ustalarımız'' olarak anıldığı su götürmez bir gerçek olan Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu ve Derviş Zaim seçkide. Bunlara yaşlı kurtlardan Erden Kıralı da ekleyebiliriz.
Bunların dışında gedikli mertebesine ulaşan Pelin Esmer bir önceki filmi 11'e 10 Kala ile bu festivalin en iyisi seçilmiş, ondan önceki filmi Oyun ise Yılmaz Güney ödülüyle taltif edilmişti, yaş olarak taze sayılabilecek bir isim olarak dikkat çekici. İki Dil Bir Bavul'un yaratıcısı Orhan Eskiköy daha önce Yılmaz Güney ödülü'nü kazanmıştı, bakalım böyle bir seçkide bir ödül çıkacak mı? Son filmi Bornova Bornova Altın Portakal'ı kapmış İnan Temelkuran'ın da yeni filmiyle bu sefer Adana'yı tercih ettiğini hatırlatalım. Berlin'de küçük bir başarı elde eden Reis Çelik'in Lal Gecesi ve yine bir önceki filmiyle Venedik Eleştirmenler Haftası'na seçilme başarısı gösteren Selim Evci'nin filmleri de merakla baklenecek ama en sansasyonel film kuşkusuz İslami kimliğiyle tanınan İsmail Güneş'in geçen seneki oldukça zayıf Antalya seçkisinde ön elemeyi dahi geçemeyip Montreal Film Festivali'nden hem en iyi film hem de fipresci'yi kazanan Ateş'in Düştüğü Yer olacak gibi görünüyor. Film ekibi çoktan ortalığı velveleye verdi bile. Filmin buradaki akıbeti merak konusu.
Saydığımız yönetmenlerin dışındakiler de ilk filmlerini çeken bizi keşfe çıkaracak bir yanını oluşturuyor festivalin. Dikkat çekici bir husus da seçkideki 14 filmin 5'inin kadın yönetmenlerin elinden çıkması, kadın yönetmenlerin sayıca erkeklerin çok altında altında olduğu bir sinema dünyasında eşine az rastlanır bir sürpriz olarak değerlendirilmeli. Umut edelim ki pozitif ayrımcılık adına özellikle 3 tanesi ilk filmini çekmiş olan kadınlar bizi düş kırıklığına uğratmaz. Bu seçkide olmayı sonuna kadar hak ettikleri için oradadırlar.
Yanı kısaca Altın Koza takvimini Altın Portakal'ın önüne alarak ve magazinel değil de sanatsal yönüyle rüştünü ispatlamış jüri başkanları ve dengeli jüri üyesi seçimleriyle bir çok yönetmenin önceliği olmuş durumda, bir önemli nokta da Altın Koza'nın salt ön eleme yöntemiyle seçim yapmaması danışman sistemini kullanması. Yani Alin Taşçıyan, Aslı Selçuk ve Esin Küçüktepepınar'dan oluşan ekip yıl içinde bir şekilde görme fırsatı yakaladığı ve beğendiği filmlerin yönetmenlerini bu festivale çekmek için çabalıyor, bakalım 49. su düzenlenen Altın Portakal bundan sonra şanına yakışır nasıl bir hamle gösterecek.
Ulusal Uzun Metraj Yarışması Tam Liste: (alfabetik sırayla)
Ana Dilim Nerede / Yön: Veli Kahraman
Araf / Yön: Yeşim Ustaoğlu
Ateşin Düştüğü Yer / Yön: İsmail Güneş
Aziz Ayşe / Yön: Elfe Uluç
Babamın Sesi / Yön: Orhan Eskiköy & Doğan Zeynel
Devir / Yön: Derviş Zaim
Gözetleme Kulesi / Yön: Pelin Esmer
Lal Gece / Yön: Reis Çelik
Rüzgarlar / Yön: Selim Evci
Siirt’in Sırrı / Yön: İnan Temelkuran & Kristen Stevens
Şimdiki Zaman / Yön: Belmin Söylemez
Yabancı / Yön: Filiz Alpgezmen
Yeraltı / Yön: Zeki Demirkubuz
Yük / Yön: Erden Kıral
Gelelim festivalin yarışma dışı ilgi çekici yapımlarına. Burada da Fatih Akın'ın Cannes'da izleyiciyle buluşan Cennetteki Çöplük Türkiye prömiyerini yapacak. İstanbul Film Festivali'nin en iyisi olduğu için burada yarışma dışına kaydırılan Emin Alper'in Tepenin Ardı da dikkate değer. Berlin'den Altın Ayı'yı kazanan Sezar Ölmeli de yabancı seçkisi bugüne kadar oldukça zayıf kalan festivali hareketlendirmiş görünüyor. Ancak en büyük hediye sanıyoruz ki Cannes'da gösterildiği ilk andan itibaren giderek büyüyen bir etki yaratan Michael Haneke üstadın Aşk'ı. Filmekimi'nde Türkiye prömiyerini yapmasını beklediğimiz film, Adana'ya alınarak festivalin geçen seneki Bir Zamanlar Anadolu'da hamlesini daha ileri götürerek belki de ilk kez Altın Palmiyeli bir filmin bu kadar kısa bir süre içinde Adana sinemalarında dönmesine vesile olacak. Kiarostami'nin yine aşka dair Sevmek Gibi'si de Adana'da prömiyer yapacak başka bir Cannes filmi. Sonuç o ki; kağıt üzerindeki göstergeler Altın Koza tarihinin her anlamda en dolu yılını yaşayabiliriz diyor, bize de izleyip görmek kalıyor.

5 Ağustos 2012 Pazar

Metin Erksan'ın Kaybı



Z.Özbatur Atakan: Metin Erksan... Turkiye sinemasi icin buyuk kayip...
Kaan Karsan: Metin Erksan’ı kaybettik, bir devir değil bir çok devir kapandı sanki.
Hasan Cömert: Bazı isimler sinemanın ta kendisidir.Metin Erksan demek Türk sineması demek, ne burası yeter onu anlatmaya ne de başka bir mecra...
Kerem Akça: Türk sineması en önemli altı yönetmeninden birini kaybetti.. Üzücü, cok üzücü.. Neyse ki 'Erksan sineması' yaşıycak..

Yukarıda yazanlar Metin Erksan’ın ölümüne duyulan acının twitter'daki bazı karşılıkları. Evet ülke sinemamızın en önemli 10-15 filmini saymaya kalksam Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı’nı rahatlıkla içine koyabilirim, güzel filmler hiç şüphesiz. Ülkemizdeki auteur sinemanın ilk büyük ismi Erksan. Yalnız Metin Erksan da tıpkı yakın zamanda kaybettiğimiz Lütfi Akad gibi çok çok uzun zamandır film çekmiyor, son sinema filmini 1977’de çekmiş yani 35 yıldır, 48 yaşından beri sinema adına bir şey yapmış değil. Şimdi sosyal medyadaki sadece 4 tanesini yazdığım büyük laflar bana biraz yapmacık geliyor, yıllardır internet mecrasındayım, ne Metin Erksan ne de Lütfi Akad adına ne bir paylaşım, ne de en ufak bir tartışma ortamı gördüm, sinemamıza büyük emekleri olan Erksan’ın büyüklüğünü ölünce hatırladık sanki. Erksan'ın ölümünün sinemamız için büyük kayıp olduğu ve birçok devrin kapanmasından söz ediliyor. 30 yıldır film yapmayan birinin ölümü nasıl bir kayıp olabilir ki, bir/birçok devir nasıl kapanabilir ki; o devir 1977’de zaten kapanmış değil midir?
Bir de ülke hudutlarından dışarı bakalım: Antonioni 92 yaşında felçli haliyle Eros’u çekti, Resnais 90 yaşında ve son filmiyle geçtiğimiz Cannes’da başa oynadı. Visconti, Truffaut, Angelopoulos... ilerleyen yaşlarına rağmen ölene kadar film çektiler, hatta ölmek üzere oldukları dakikalarda bile film çekiyorlardı. Amacım ölen yönetmenlerimizi küçültmek tabii ki değil ama daha önce aklımıza bile gelmeyen, gereksiz abartılı cümleler de sarfetmek tuhaf doğrusu. Erksan ve Akad’ın sorununun tek tek ele alınabilecek bireysel sorunlar olmadığı ülkemizle ve bir sinema ülkesi olmamamızla alakalı olduğunu da düşünüyorum. Keza ülke sinemasının ölene kadar film çeken diğer önemlilerinden Zeki Ökten yaptı da, ne kadar düşük işlere imza attı, hala yaşayan Şerif Gören’in dönüşü bir felaket değil miydi? Evet Erksan Fransa’da, Resnais ise Türkiye’de doğmuş olsaydı, kuvvetle muhtemel durum tersine dönecekti, fakat vaziyet budur. Özetle bir sanatçının kaybının gerçek büyüklüğünün o sanat dalıyla ilgili geçmişte yaptıklarından ziyade bundan sonra yapacakları ölçüsünde anlamlı olduğunu düşünüyorum, sinema adına zaten yıllar öncesinden ölmüşse o sanatçı buna sinema adına büyük kayıp nasıl denebilir ki, bugünkü ölümü ‘’bir insanın ölümü’’nden öte bir şey ifade etmemektedir. Erksan’ın yakınları ve sevenlerinin başı sağolsun.
Ayrıca belirtmek de isterim 2008'deki bir röportajında şöyle buyuruyor: Bugün Nuri Bilge Ceylan gibi Avrupa festivallerinde başarılı olan yönetmenler ona borçluymuş, kapıyı Erksan açmış, o açmasaymış kimse giremezmiş. Yani düşünebiliyor musunuz Susuz Yaz Berlin'de Altın Ayı almasa bugün Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinin yüzüne bile bakmayacakmışız, bu anlama geliyor. Herşeyin bir ilki vardır demek en doğrusu sanıyorum, o ilk kim olursa olsun yoksa Dandanakan Savaşı mı bu kapılar açılsın. O röportaja buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Portakal Avşar Kızını Kaldırır mı?


Geçtiğimiz günlerde sinema kamuoyuna bomba gibi bir haber düştü, Hülya Avşar Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin jüri başkanı oluvermiş. Şüphesiz Altın Portakal Türkiye Sineması’nın çok önemli bir ayağı, Altın Koza ve İstanbul Film Festivali de bir o kadar değerli ancak ilkinin çokça kesintilere uğramış olması ikincisininse işlevinin biraz daha farklı -dünyada dönen 200 kadar filmi göstermek- olması sebebiyle daha farklı yargılar oluşuyor sanırım. Portakal’dan çıkacak ödüller gişeyi etkilemese de sinemamızın geleceğine bir şekilde nüfuz edebilir. Şöyle bir geçmişe doğru bakıyorum da kimler almış Altın Portakalları diye: 2010’da Çoğunluk onun öncesinde Kosmos-Bornova Bornova, Yaşamın Kıyısında var, öncesi Nuri Bilge’nin İklimler’i, Uzak’ı, Demirkubuz’un Yazgı’sı, Masumiyet’i, Ömer Kavur’un Karşılaşma’sı… kısaca yakın dönem sinemamızın lokomotif filmleri. Festivale o sene yapılmış 30-40, -daha fazla çekildiyse daha da çok olabilir-film başvurur bunlardan alanında uzman ön juri en iyilerinden oluşan 10-15 filmlik bir seçki hazırlar ve yine alanında başarısı tescil edilmiş, deneyimli; bir filmi her açıdan eksiksiz değerlendirecek yönetmen(ler), oyuncu(lar), yazar belki akademisyen ve farklı sanat dalından da oluşan ana jüri bu filmlerden en çok hak ettiğini düşündüklerini öne çıkarır. Dünya’da da benzer mantıkla işler, yalnız alanında başarılı olan kişilerin yanı sıra karizmatik/medyatik kişiliklerinde jüriye alındığını biliyoruz. Örneğin Angelina Jolie Cannes’da bir başarısı olamasa da jüri üyesi olabiliyor, bir sakıncası yok. O açıdan Hülya Avşar’ın da jüri üyesi olmasında bir sakınca göremiyorum, sinema yazarı Cüneyt Cebenoyan Robert De Niro bile Cannes’a başkan oldu diyor-hem de kaç kez- Avşar neden olmasın. Avşar, De Niro değil tamam da, Portakal da Palmiye değil zaten.
Ben olayı biraz daha ileri taşıyorum. Türkiye Sineması da Dünya Sineması değil, bu açıdan baktığımızda. Yurtdışındaki iyi örneklerin oldukça altında bir ortalama tutturuyoruz. Önümüzdeki aylarda kendi sinemamız bağlamında övgülere boğmamız muhtemel olan Yeşim Ustaoğlu’nun Araf’ı Cannes’ın alt bölümlerine dahi adım atamıyor, Venedik’in bir alt bölümüne Orrizonti (Ufuklar) bölümüne güç bela seçilebiliyor, keza 2 yıl önce Altın Portakal’ı En İyi Film, Yönetmen ve Senaryo ile domine eden Çoğunluk bencede o yılki sinemamızın açık ara en iyisiydi. Yurtışındaki en büyük başarısı Venedik’te ilk filmlere verilen Genç Aslan ödülüydü, küçük bir başarıydı yani. Sinemamızın o yılki en iyisi Altın Aslan seçkisine giremiyordu, bırakın oradan bir ödül almayı. Yeniden Hülya Avşar konusuna dönersek tartışmanın fitilini ateşleyen konu, başkan olması. Evet başkanın da diğer üyeler gibi 1 oyu var fazla değil. Ancak unutmamalıyız ki o başkan, jürideki anlaşmazlıklarda dizginleri eline alabilecek, yeri geldiğinde sinema konusundaki birikimiyle ağırlığını koyabilecek, oyların eşitliğinde belirleyici oyu kullanabilecek kişi.
Peki kimdir Hülya Avşar? Bir güzellik yarışmasında 1. olmuş ancak öncesinde evlenip boşandığı ortaya çıktığı için tacı alınmış ve bu sayede ünlü, bu fırsatı değerlendirebilmiş, zekası ve çalışkanlığının da katkısıyla televizyon, şarkıcılık ve oyunculuk alanında iş yapmış biri, bizim önceliğimizse sinema konusu: Yaklaşık 50 tane filmde boy göstermiş, kuşkusuz çok önemli bir başarı ama bu filmler Hülya Avşar’ı nerelere taşımış bir bakalım. Oynadığı filmler içinde uluslararası anlamda başarıyı getiren mastürbasyon sahnesiyle hatırlanan film Berlin in Berlin, Moskova Film Festivali’nden oyuncuya ödül getirmiş. Bir çok filmine ilişkin böyle bir done de yok. En ilginci başkanlık yapacağı Altın Portakal tarihinde bu kadar filminden oyuncuya ödül çıkmamış, özelikle de son oynadığı filmlerin hiçbiri en ufak bir sanatsal kaygı taşımıyor. Vasat gişe filmleri olduğu aşikar:72.Koğuş, Hababam Sınıfı gibi. Ayrıca ilk başta saydığım filmlerin üslubuyla ne kadar ilgili, o filmlerin yansıttığı sinema değerlerine hiç kafa yormuş mu? Dahası bu saydığım filmlerin hiçbirini izlememiş olması gibi korkunç bir ihtimal söz konusu olabilir mi, bilmiyoruz, belki de bu filmlere tutkun, Uma Thurman tam bir sinefilmiş misal, öyle filmlerde oynamasa da.
Avşar’ın magazinel boyutuyla öne çıkan biri olması kafaları karıştırıyor aslen, temel korkular bunlar. Sözgelimi Demet Akalın’ın da oyunculuğu vardır ama Artist filmine bu kadar parayı sessiz film için mi verdim cümlesinin benzerini Hülya Avşar’dan önceki yıllarda Portakal kazanmış Nokta filmine dair, bulutları izlemek için mi bu kadar oturdum diye duyma ihtimalinin sanki çok da uzak olmaması korkutuyor.
Yıllarca övündüğümüz Altın Portakal 2 yıl önce Emir Kustrica'yı getirdi linç edildi, festival yönetiminin suçu olmasa da kaçtı, Kadir İnanır geldi, iyi kararlar verdi. Geçen yıl temaya uygun olduğu için yerinde bir kararla tamamı kadınlardan oluşan bir jüri oluşturulmuştu ancak başkanı da Müjde Ar olan jürinin kararları çok eleştirilmiş, Altın Portakal’ı kazanan isimler gerekirse ödülü geri verelim noktasına gelmişti. İnşallah bu sene öyle olmaz dedik ama Avşar kızının işi kolay gözükmüyor, böyle gitmeye devam ederse Portakal’ın geleceği de…Umarım yanılırım, bakarsınız Hülya Avşar'da Uma Thurman gibi biri çıkıveriyormuş, başkan olarak da kendini ipten, portakalı dalından koparıyormuş.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Elena ile Olmak İstediğim Yer




Andrey Zvyagintsev, bu ismi 2003'te Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan kazanan filmi 'Dönüş' sayesinde tanıdık, filmi izlediğimizde bir ilk film olmasına rağmen bu ödülü ne kadar çok hakettiğini söyleyedurduk. Tüm zamanların sözü çok iddialı olur ancak; belki de son 20 yılın en iyi ilk filmine imza atmıştı yönetmen, iki çocuğun neredeyse hiç hatırlamadıkları, yıllar sonra eve gelmesiyle tanıştıkları babalarıyla geçirdikleri hazmı zor günü Freudyen komplekslere ister istemez bizi taşıyan bir filmle karşılamıştı. Kadrajları ve oyunculukları bir ilk filmin çok ötesindeydi. Özellikle çocukların film boyunca yanlarında taşıdıkları fotoğraf makinesiyle çektikleri fotoğraflar ise çok ince bir zekanın habercisiydi, çünkü filmin sonunda bu fotoğrafları gösteriyordu yönetmen. Aynı fotoğraf makinesiyle aynı rulodan çekilen ilk fotoğraflar da babaları onları terk etmeden önce çekilmişti ve aradaki uzunca boşluğu bu şekilde yansıtmayı tercih ediyordu yönetmen, film bittikten sonra. İkinci filmi 'Sürgün' de yönetmenin Tarkovski etkisinde, film elementlerine ne kadar da hakim bir sinemacı olduğunun kanıtı gibiydi yalnız bu film biraz fazla uzundu hepi topu 120 dakikada anlatılacak hikayeyi 150 dakikaya taşıyınca ilk filmden aldığımız çarpıcı lezzeti almakta zorlanmıştık. Ve Zvyagintsev 3. filmine imza attı, yine tek kelimeden oluşan bir film: Elena. En baştan söyleyelim yönetmenin çıtayı giderek yükseltmesi beklenirken düşürüyor bir kez daha. Elena'ya zengin bir adamın karısı, o kadının bakmak zorunda olduğu fakir ailesi ve adamın kızı arasında geçen mizahtan arındırılmış bir Çehov öyküsü gibi bakılabilir. İlk başta Haiku şiirini hatırlatırcasına uzun çokça planlar ve minimalist diyebileceğimiz bir başlangıç daha sonrası ise o çizgiden uzaklaşmaya, tempo kazanmaya çalışan bir film diyebiliriz. Filme topyekün baktığımızda ilk 2 filmindeki şiirsel doku da yok aslında. Film ikinci yarıda hareketlense de, bir türlü arzu ettiğimiz ritmi kazanamıyor, çok da gerekli olmadığını sandığımız sahneler var gibi geliyor ve film bittiğinde her şey havada kalıyor hissiyatına kapılıyorsunuz. Tabii ki Rus toplumu ve onun da ötesinde sıradan insanların evrensel masalına benzeyen bir şeyler bulanlar olabilir, özellikle filmin en büyük artısının oyunculuklar olduğunu kabul etmeliyim. Yine de ilk filmi Dönüş'ün şiirselliği ve etki gücünden çok uzakta kaldığını söyleyebilirim. Geçtiğimiz yıl Cannes'ın ikincil seçkisi olan Belirli Bir Bakış'ta yarışmıştı film. Bir önceki filmi Sürgün ise ise birincil seçki olan Altın Palmiye yarışındaydı. Thierry Fremaux ve ekibinin bu filmi bir alt bölüme boşuna almadığını anladık film bittiğinde. Umarız Zvyagintsev bundan sonraki filmiyle başladığı yere hatta onun da ilersine gidebilir. Rus sinemasından beklediğimiz bu. Yıldız:*
Sorrentino'dan Kişisel Bir Film
İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino'nun 'Olmak İstediğim Yer' adlı filmi de önümüzdeki hafta ülkemizde vizyona girecek. Filmde Sean Pean orta yaşlarında bezgin, depresif bir rock yıldızını canlandırır. Giyimi, makyajı kendine hastır, çevresince garipsenir. Birgün uzun yıllardır görüşmediği babasının ölüm haberi üzerine ülkeden ayrılır, bu süreçte babasının bir nazi subayı tarafından işkence gördüğünü öğrenir, Holocaust'u öğrenir ve nazi subayını bulmak için yollara düşer bu esnada bir çok insanla tanışır, onlarla konuşur, bu sayede sırtında taşıdığı yük olan geçmişle yüzleşir, belki de kafasında öldürdüğü babası yeniden canlanır. Sinema dili belli bir düzeyin üzerinde, senaryosu ve oyunculuğu da öyle denebilir, film bittiğinde (belki de finalinden kaynaklanan) hoş bir tat damağımıza değse de; film içerisinde bizi filme yabancılaştıran o kadar çok müzik kullanılmış ki, bir rock yıldızını anlatıyor olsa bile keşke bu kadar yapmasaydı demeden edemiyoruz, sonuçta bir müzikalde değil perdedeki; tipik bir yol hikayesini, dönüşüm hikayesini parodileri andıran birbiriyle bağlantı kurmakta zorlanacağımız bir stilde anlatması da, izleyiciyi sıkan başka bir unsur olarak düşünüyorum. Beni pek doyuramadı sonuçta ama bir bütün olarak bakınca fena film demek de haksızlık olur gibi geliyor. Mesela Jim Jarmush'un 'Kırgın Çiçekler'i de kimi yönlerden benzerlikler barındıran bir yol filmiydi, yalnız iki filmi karşı karşıya getirince abartılı müzik (mini konserler bile izliyoruz) ve parodivari stili bu filmi aşağılara çekiyor. Yol filmi ve David Byrne sevenlerin hoşlanma şansı yüksek herşeye rağmen. Yıldız:* * 
Bu arada şöyle bir baktım da uzun zamandır çok sevdiğim filmler yok, dolayısıyla alabildiğine olumlu, aşkla yazılmış eleştiriler de gelmiyor, umarım bundan sonra yazacağım filmler 7.sanata çok yakışan, benden 4 hatta 5 yıldız alabilecek düzeyde olur. Peki bu filmler seni tatmin edemiyorsa niye yazıyorsun diyenlere de şöyle söyleyeyim. Şu anda en iyileri bunlar, bunu belirtmek için, düşünün artık.