23 Aralık 2011 Cuma

2011'İN EN İYİ FİLMLERİ:

10-SCHASTYE MOE/MUTLULUĞUM: Daha önce çeşitli filmlerde de görmüş olduğumuz bir konuyu işliyor. Aslen hiç kimse suçlu değildir, onu o hale toplum getirir savından yola çıkan filmin yaratıcısı kamerasını Rus bozkırının orman kanunlarıyla işleyen yapısına çeviriyor, en başta sıradan ve masum görünen ana karakter bozkırda öyle bir kayboluyor ki; başına gelmeyen kalmıyor ve en sonunda suçlu suçsuz demeden herkesi öldüren biri haline geliyor. Tabii bütün bunları Rus-Romen sinemasına has etkili bir sinema diliyle henüz ilk 'kurmaca' filminde dile getirince de bu listeye girmeye hak kazanıyorsunuz.

9-MİDNİGHT İN PARİS/PARİS'TE GECE YARISI: Woody Allen son filminde, kanımca en iyi filmlerinden birine imza atıyor. 'Paris'e duyduğu 'aşk'ı açığa vuruyor, önce kartpostal niyetine gördüğümüz enfes kentten parçalar, sonraysa Paris'e gelen yazarın kentin geçmişinde kayboluşu... Film bir kez daha yaşadığımız anın ne kadar değerli olduğunu hatırlatmak istiyor sanki, anlayana tabii. Aslında her insanın 'yaşayamadığı bir geçmiş'e özlem duyabileceğini, bunun sonu gelmediğini eğer her ne yaşamak istiyorsak, en başta da aşkı 'şimdi' yaşayabileceğimizi fısıldıyor kulağımıza. Kendi olgun mizahi imbiğinden geçirerek yapıyor bunu. Sonucunda da hem seyri zevkli hem de önemli şeyler söyleyen bir film çıkıyor.

8- LE GAMİN AU VELO/BİSİKLETLİ ÇOCUK: Dünya Sineması'nın önemli ustalarından Dardenne'lerin çizgilerinden hiç taviz vermeden yine bir çocuğu anlattıkları film, onların en azından anlatım biçimiyle kendileri yenilemedikleri şeklinde küçük bir eleştiriye açık olsa da belli standartların epey üzerindeki dokusuyla takdirimizi bir kez daha kazandı.
7-SOMEWHERE/BAŞKA BİR YERDE: Bizleri bir Hollywood yıldızının ışıltılı dünyasına götüren film, bizde 'Issız Adam' ve sonrasında 'Kaybedenler Kulübü' ile oluşturulmaya çalışılan, yakışıklı, kariyerli, cinsel hayatı dopdolu insanların abuklamalarına değil de gerçek anlamda böyle bir yaşam tarzına sahip insanın; sevgiden, aşktan uzak olduğu sürece cinsellikteki doyumun onu yalnızlıktan kurtaramayacağını, mutlu edemeyeceğini; Antonioni filmlerini andıran son derece dingin bir atmosferde ele alarak gönlümüzü kazandı.
6-A TORİNOİ LO/TORİNO ATI:
Yılın belki de en sıradışı filmi. Hayatımızın monotonluğunu/amaçsızlığını kafamıza kazırcasına tekrarlara bolca başvurarak anlatan, 'sıkıcı' tabirini alması muhtemel bir film. Nietzsche'yi bir daha iyileşmemek üzere yatağa bağlayan atın akıbetinin üzerine giden bunu yaparken de sahibi ve onun kızını da odağına alan Bela Tarr'ın eseri felsefi derinliğinin yanısıra oldukça stilize tarafıyla da sinemada izlenmeyi haketmişti. Katıksız bir sanat sineması örneği Torino Atı.

5-BIUTIFUL: Kesişen yaşamları sinemasına ustalıkla yediren İnarritu'nun daha doğrusal çizgide ilerleyen bu örneğinde, Barcelona'nın Nou Camp ve Katalonya romantizminin ötesinde insanları suçun ve yoksulluğun cenderesine nasıl aldığını, küresel ekonomi politiklerin küçük insanların hayatını nasıl da mahvettiğini ve tertemiz bir insanın bile bu pisliğin içinde başkalarına hiç istemeden de olsa zarar vermesinin trajedisini duygusal-gerçekçi diyebileceğimiz olağanüstü bir melodram janrına gözkırparak bizlere sunmuştu Biutiful. Özellikle hiç bir müziğin kullanılmamasına rağmen bizleri gözyaşlarına boğan Javier Bardem'in canlandırdığı Uxbal ile kızının tuvalette birbirlerine sarıldıkları sahne hala hafızamızda dipdiri.

4-JODAEİYE NADER AZ SİMEN/ BİR AYRILIK NADİR VE SİMİN: İran sinemasının son dönemlerdeki en çarpıcı örneklerinden biriydi. Son derece yalın, ustaca kotarılmış yönetmenliğinin yanısıra mükemmel bir senaryoya ve oyunculuklara sahip film kendi toplumunun açmazları üzerine klinik bir raporun tüyler ürpertici soğukluğunu içimize işledi. Bir yandan sınıflı toplum üzerine de düşünme olanağı tanıyan film, 'sanatın sesi ne kadar olumsuzluk varsa o denli güçlü çıkar' tezini savunanları haklı çıkaracak cinstendi.
3-DES HOMMES ET DES DİEUX/ TANRILAR VE İNSANLAR: Tek kelimeyle Fransız sinemasının farkını/üstünlüğünü ortaya koyan bir yapım. Tamamen gerçek bir olaydan yola çıkarak çekiciliğini kat be kat arttıran film, yönetmeninin hiç bir ticari ya da dini kolaycılığa en ufak bir bakış atmadan alabildiğine tutarlı ve etkili bir şekilde perdeye yansıttığı önemli bir psikolojik-dramdı. Keşişlerin inançlarını sorgulamadığı ve meselenin tek boyutuna baktığı gibi sert eleştirilere maruz kalsa da, en başından beri bir filmin her şeyi anlatamayacağını, tuttuğu dalın da çok sağlam bir yerde olmasının çok değerli manaya geldiğini savunduğum filmi birçok eleştirmen arkadaşımın görmezden geldiğini düşünüyorum.

2-BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA: Ülkemizin gururu bir film, ilk sıraya bile koymayı düşündüğüm ancak birazcık da olsa duygusallığın önplana geçmesinden korktuğum için 2. sırayı daha uygun bulduğum film, Nuri Bilge Ceylan'ın estetik derinliğinin az da olsa devinimli kamerayla ulaştığı son nokta. Üstelik senaryosu ve diyaloglarıyla da kendi sinema tarihimizin en iyilerinden olan bu yapıt,tıpkı Antonioni'nin Blow Up'taki cinayet meselesinin filmi sürükleyen 'araç' olmasının dışında aslında bizi ilgilendiren bir mesele olmadığı, çok daha derin mevzuların tartışılmasına kapı açtığı gibi buradaki gömülü ceset de aynı işleve sahip. Onu arayanların da aslında katilden bir farkı olmadığı, hiyerarşinin, yalanın, aslında taşrada kanın en masum görünene bile sıçradığının, hatta Anadolu'nun nasıl da öteki olduğunun, geri kalmışlığının 'aracı'. Hitchcock'un macguffin'inin modern örneklerinden biri. Nuri Bilge Ceylan'ın Tarkovski, Antonioni, Bresson gibi ustaların dışında Sergio Leone ve Romen Sineması'nı da takip ettiğinin ve kendi eserlerine ne kadar incelikli bir özgünlükte nakşettiğinin kanıtı. Onu Dünya Sineması'nın üst sıralarında görmeyi bir yana bırakın, filmini festivallerden sonra ilk izleyen ülkenin çocuklarından olmak en büyük ayrıcalık.

1-THE TREE OF LİFE/ HAYAT AĞACI: Yılın tartışmalı filmlerinden biri. Bir çok insanın anlamakta zorluk çektiği, karışık bulduğu, Heidegger'in öğrencisi, filozof sinemacı Terrence Malick'in son vuruşu. Her ne kadar hayatın anlamı üzerine bir deney olarak düşünüldüğünde modası geçmiş bir çalışma gibi görülse de günümüzden 13 milyar yıl önceye flashback yapan benim bildiğim ilk film olması şöyle dursun, sinema dilini yenileyen, görsel-işitsel açıdan incelikli kelimesinin yetersiz kalacağı, mükemmellik mertebesini de aşabilecek, teist/panteist bir bakışın hakimiyetinin hissedildiği anda pat diye Tanrıyı sorgulamaya kalkan bu filmi her ne kadar edebiyatın gücüne erişemese de Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'de yapmak istediğinin aşırı serbest bir uyarlaması olarak düşünmekte bile sakınca görmüyorum ve değerinin ilerleyen yıllarda daha da farkedileceğini umuyorum. Filmi Cannes'da izleyip yerden yere vuran bazı eleştirmen arkadaşlarımın Türkiye'de tekrar izlediklerinde daha olumlu yargılarda bulunmaları da bunun bir göstergesi aslında.
Önemli Not: Diğer sitelerdeki, mesela Ntvmsnbc'deki listeler 2011 yılında sadece Türkiye'de vizyona giren filmleri baz alarak yapılıyor. İlk başta ben de öyle yapmayı düşünmüştüm ancak çok da doğru olmadığına karar verdim ve bizde vizyon gören filmlerin yanı sıra vizyon göremeyenleri ve artık bundan sonra göremeyecekleri de kattım. Önümüzdeki aylarda vizyon görme olasılığı bulunan filmleri (Örneğin; The Artist) ise almadım. Eğer bu listeye girmeyi hakedip de izlemediğim için veya unuttuğumdan dolayı alamadığım varsa da affolsun.

16 Aralık 2011 Cuma

Gezici'den Notlar...

Gezici Film Festivali bu yıl da kent kent gezmeye devam ediyor. Bu yılın ilginç ve son derece önemli gelişmelerinden birisi 6 yıldır salon bulamadığı için gelemediği İzmir'e uğrayacak olmasıydı. İzmir dört milyonun üzerindeki nüfusuna ve bolca Üniversitesi'ne rağmen sanatsal aktivitelerden pek de nasibini alamayan bir yer. Ne var ki yoğun çabalar sonucu, Avm'ler ile baş edemeği için kapanan Konak Sineması da açıldı ama ne açılış... Uzunca bir süredir tadilatı süren sinema, özellikle Gezici'nin son durağı olmuştu ve program 15 Aralık Perşembe günü saat 10.00'daki gösterimle sinemaseverlere kapılarını açacaktı. Sabahın erken saatinde yollara çıktık, sinemaya vardığımızda ortalık toz toprak içindeydi ve bir tek görevli bile yoktu. Neyse ki Gezici ekipten birilerini bulduk, onlarda şoktaydı, bize bugün verildi, bobinlerimizle geldik ama film gösteremiyoruz diyorlardı, isyanlardaydılar. Bir grup işçi salonda harıl harıl koltuk montesiyle uğraşıyordu. Yaşananlar acı tabii, millet işini gücünü bırakıp geliyor, dahası yetişmeyeceği anlaşılmasına rağmen Konak Sineması'nın sosyal medya sayfalarında da hiç bir bilgi yok (sabah itibariyle). Gezici'ye 3 kaldı, 2 kaldı, 1 kaldı diye reklam yapıyorlar. Burada tipik bir 'yurdum insanı sendromu' yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ülkemizin bir çok marazından bir tanesi de işlerini pisi pisine yetiştirme çabası. Sözgelimi sınava çalışması için bir hafta zamanı olan öğrencinin son geceye bırakması gibi bir şey bu. Festivalin 1 gün rötarlı başlayabileceği ve bunun da ne kadar saygısızca bir şey olduğunu bu yetkililer nasıl düşünemez. Sanırız ki son dakikada da olsa yetişir umudu taşıdılar ama ne yazık ki bu işler böyle yürümüyor, siz olabildiğince önceden bitirmelisiniz, öyle hazırlanmalısınız ki, olağandışı durumlarda da yeterli krediniz/zaman payınız kalabilsin. Umarım tecrube olmuştur organizatörler için. Olan bizim ilk gün izleyemediğimiz 3 filme oldu.
Neyse ki ilk izlediğimiz film, ilk günün acısını yok etmese bile epey azalttı. Karl Markovics, oyunculuğuyla bilinen bir isim. Yalnız, ilk filmi 'Nefes' 'Bir ilk film nasıl olmalıdır?' sorusunun, özellikle bizim okullarda müfredata geçebilecek kalibredeki örneğiyle alkışlandı. Film başlar başlamaz ıslah evindeki 18 yaşındaki karakterimizin soyunması, beni 2 yıl önce izlediğim Jacques Audiard'ın muhteşem epiğine, bizde Yeraltı Peygamberi olarak gösterilen Bir Kahin'e götürdü ama asıl hatırlamam gereken filmin çok başka bir film olduğunu çok geçmeden hatırladım. Japonya'ya Oscar getiren 'Gidişler' filmiydi bu ve ilerleyen süre içerisinde bu filmle kurduğu güçlü yakınlık şaşırtıcı dereceye vardı çünkü genç karakterimiz bir levazımatçılık işine giriyor ve ilk etapta haliyle çok zorlanıyor daha sonra alışmaya başlıyor, akabinde de onu küçükken bırakıp giden annesine ulaşmaya çalışıyor ve yaptığı bu iş hayata bakışını derinleştiriyor, olgunlaştırıyor sanki. Gerçekten iki film arasındaki benzerlik çok dikkat çekici, bu da 'Nefes'in aşırı esinlenme bir film olduğu izlenimi yaratabiliyor seyirci de daha doğrusu 'Gidişler'i izlemiş olanlar da. Yalnız 'Nefes'in önemli bir farkı var; 'Gidişler' gibi Hollywood öykünmesi bir anlatıyı alabildiğine reddetmesi, o filmin özellikle sonlarında buram buram kokan melodramına prim vermemesi. 'Nefes' büyük ölçüde minimalist diyebileceğimiz bir sanat sineması örneği. Filmden çıktıktan sonra bu yıl Gezici Film Festivali'nin özel bir bölüm açtığı çoğunlukla dünyanın geleceği olan gençleri odağına alan Dardenne'leri de bir kez daha hatırladım kendimce. Onların hiç de yabancısı olmadığı bir doğrultuda dünyaya bakıyor çünkü 'Nefes'. Sevgisiz bir çocukluğun, nasıl da şiddete götüreceğini ve ölümün 'nefes'inin hepimizin ensesinde olduğunu, kaçınılmaz olduğunu ve ölümün olduğu yerde ayrılıkların boşuna olduğunu anlatıyor... Günün diğer filmi 'Ödül' ise beklentileri karşılayamadı. Berlin'den aldığı Gümüş Ayı'sına (sanatsal başarı) güvendiğimiz film, bu ödülün altından kalkacak cinste bir yapım değil. Darbe görmüş herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film şeklindeki tanıtım yazısından sonra, ilk başta 1980'de dünyada değildik, filme karşı mesafem acaba ondan mı diye düşündüm ancak filmin yetersizliğini böyle kişisel bir cümleyle açıklayamayacağım kanaatine vardım. Şayet 20 dakikalık bir kısa film olsaymış da değerinden bir şey kaybetmezmiş dedik mi, meseleyi açıklamış oluyoruz aslında. Her zaman ısrarla dile getirdiğim bir iddia var: Görüntünün-sinematik anlatımın tabiatı gereği gücünü 'zaman'dan aldığı yönünde, belli bir süreye ulaştığı, hatta onun da üzerine çıktığı anda değerli bir esere dönüşür filmler. O yüzden sinemayı (uzun metraj) bir sanat olarak görmeme rağmen kısa filmi sanat formu olarak görmem. İşte bazı filmler de vardır ki kısa olsa daha iyi olurmuş bile dedirtir, en azından 'Ödül' gibi 1.5 saati aşan bir süre koltukta boşu boşuna oturmamış olursunuz, anlatacağı azıcık şeyi anlatır ve hemen biter. Ödül'de askeri darbe sürecinde saklanmak zorunda kalan anne ve kızının hikayesine tanık oluyoruz; kız sıkkın, anne perişan, neyse ki kız arada bir okula gidiyor, filmin sonlarına doğru kızın okul macerası filmin heyecanını artırır gibi olsa da yeterli olamıyor. Yönetmenin el kamerası, son derece doğal oyunculuk ve yerli yerinde, ortamın ruh halini yansıtan gergin müzikle belli bir stil oluşturmaya çalıştığı aşikar. Ancak, kısa filmden uzun film çıkarmaya çalıştığı da her halinden belli. Darbe sinemasına yeni hiç bir şey getirmeyen, bizi belli bir boyuta taşıyamayan, sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor film.
Fesivalin ikinci gününü ise Lodz Film Okulu'ndan Kieslowski'nin öğrencisi olan Greg Zglinski'nin ilk hasadı 'Cesaret'i ile açtık. Gerçekten de hocasına sadık bir sinema yapmaya çalışmış. Kardeşiyle problemler yaşayan tabiri caizse 'deli cesareti' olan bir adamın kardeşine saldıran serseriler karşısında hiç bir şey yapamaması ve sonrasında vicdanıyla baş başa kalmasını konu ediyor film. Gerçekten bu denli mangal yürekli bir insan evladı,nasıl oluyor da asıl harekete geçmesi gereken durumda hiç bir şey yapamıyor. Kieslowski'nin meselelerini henüz olgunlaşmamış ama düzeyli bir sinema diliyle anlatan Zglinski'yi kutlarız, şimdilik. Bir ilk film şovuna dönüşen festivalde izlediğimiz diğer bir film ise Cannes'da en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera'nın sahibi ' Akasyalar'dı. Filmin neredeyse tamamı kamyonda geçiyor. Paraguay ile Arjantin arasında kereste taşıyan şoför yanına bir kadın ile küçük kızını da alıyor, hepsi bu. İlk gün Ödül'e söylediğimiz gereksiz uzun eleştirisini yapamıyoruz ama. Akasyalar, aslında psikolojik bir film ve adamdaki duygusal değişimi de son derece yalın bir şekilde milim milim işliyor, filmin sonunda da sevimli bir sürprize imza atıyor yönetmen, bir ilk film olarak kayda değer. Günün sonunda izlediğimiz film ise yerli bir yapım olan 'Geride Kalan'dı, malum o da bir ilk filmdi. Kadın yönetmeni Altın Portakal'da aldığı Yönetmen ödülünün altından alnının akıyla kalkıyor. Gerçekten zanaat incisi bir film bu ama o kadar, fazla bir şey beklememek lazım. Kocasının aldattığı bir kadın ve öbür kadın ile onun eski kocasının çetrefilli hikayesini anlatırken, bizleri zenginleştirecek, ufkumuzu açacak bir şey bulmak zor filmde. Kocalarına bağımlı yaşamak zorunda kalan kadınların gerilimli hikayesini teknik ve senaryo açısından oldukça başarılı bir şekilde perdeye yansıtmaksa derdi, hay hay. Eee peki 'geriye kalan' ne? Temposu, seyir zevki yüksek bir film, başka da bir şey değil.

27 Ekim 2011 Perşembe

''Sev yoksa boşa yaşarsın''

Terrence Malick'in son filmi The Tree of Life Cannes'da eleştirmenleri tam anlamıyla ikiye bölmüş, kazandığı Altın Palmiye çokça tartışılmıştı. Film alabildiğine naif ve kendine has sinemasal yoğunluğu, insan hayatına dair derin bir tavırla birleştirebilmesi sayesinde bana oldukça dokundu. Şahsen milenyum çağında Atlantik ötesinde Gus van Sant, Jim Jarmush, Sofia Coppola, Woody Allen ve İnarritu dışında birini daha sevebileceğim konusunda tereddütlerim vardı ama sanırım Terrence Malick onların da ötesine gidebilecek, 2000'li yıllarda ''Yeni Kıta''dan çıkan hoş sürprizlerden birine imza attı.
Filmekimi'nde, Cannes Film Festivali'nde öne çıkan çeşitli filmleri izleme olanağına sahip olmuştuk. Ancak yıllar sonra Altın Palmiye'li bir film seçkiye dahil edilmiyordu. Bunda filmi pek beğenmediğini bildiğimiz İksv Sinema Başkanı Azize Hanım'ın (Tan) ne kadar etkisi var bilemiyorum ama seçkide olsaymış da fena olmazmış demek lazım. Beni tanıyan ya da yazılarımı az çok okumuş kişilerin çok geçmeden farkedeceği gerçek, her ne kadar sinemanın sanat olarak yaşayabilmesi için gerekli olsa da ticari sinemaya karşı olan tavrımdır. Yanlış anlaşılmasın karşı değilim, onun da gerekli olduğunu düşünüyorum, fakat izlemekten pek haz almıyorum açıkçası, ne yapalım. Ticari sinema deyince akla hemen bu işin beşiği olan Hollywood geliyor, ABD geliyor. Böyle olunca da orada yapılan hemen her şey -vizyona aldanarak- aynı kefeye konuyor. Aslında bir açıdan da doğru. Orada sinema yapmaya çalışan hemen herkes bu tuzağa düşme riskiyle karşı karşıya. Bugün kimse bana Aronofsky, Coenler, Soderbergh ve Tarantino'nun bağımsız olduğunu söylemeye çalışmasın, olsa olsa yarı bağımsız olurlar, belki. Terrence Malick'e gelince açıkçası durum daha farklı çünkü adam uzun aralıklarla film yapıyor, doğru dürüst fotoğrafları bulunmuyor, ödülleri almaya gelmiyor, felsefe öğretmenliği yaptığı söyleniyor... Sinema Tarihi'nin en sıradışı adamları listesinde, fazlasıyla asosyal karakteriyle başı çekmeye aday. Son filmi Fransız Riviera'sı Cannes'daki galada alkışlar ve yuhalamalar birbirine karışmış, çok farklı tepkiler almıştı. Film dini referanslarla başlıyor, ilerleyen süreçlerde de bunlardan yararlanıyor. Film boyunca Tanrıcı bir tavır seziliyor, hatta gümbür gümbür kafamıza vuruluyor demek bile olası. Kamera habire bizi eziyor, bizi altına alıyor, gökyüzünü gösteriyor da gösteriyor. Şayet filmle ilgili tek eleştirebileceğim nokta da burası. Benim gibi ''seküler'' bir dünya görüşüne sahip insanları filmden soğutan da özünde bu aslında. Yine Malick'in derdinin bunun çok ötesinde olduğunu sezinlemek, filme muhtelif yorumlar getirmek de mümkün. En nihayetinde üç çocuklu bir aileyi bir çocuğu odağına alarak anlatan filmde, esas mesele; doğanın kanunlarıyla yaşayan, gerekirse kötü insan olmayı, küçük balığı yutmayı, ekonomik liberalizm/faşizm; açık şekilde ''sosyal darwinizm''i temsil eden baba ve inayeti (iyilik,lütuf) temsil eden ana arasında kalmış bir çocuk anlatılıyor. Filmin yaratılışçı bakış açısına daha yakın olduğu hissedilse de, izleyiciyi manipüle edebilecek bir hali yok. Malick hayata anlam katma çabamız üzerinden bir hayat yelpazesi, ''hayat ağacı'' sunuyor. Siz ister ''agnostik'', ister ''teist'', ister ''deist'', isterseniz ''ateist'' olun; ister ''yaratılış'' deyin, isterseniz ''varoluş'', hayatı bir şekilde anlamlandırmak zorunda hissedersiniz kendinizi, kendinizde bir yaşama gücü bulmanız gerekir. Bu film biraz da onunla ilintili aslında. Malick sanırız ki teist bir Hıristiyan ama önemi yok. The Tree of Life, her ne kadar boy ölçüşmesi zor olsa da konusu, hatta bir açıdan sinematografisiyle hemencecik Tarkovski'nin ''Ayna''sını akla getiriyor, orada da bir ana ve yitirilen bir çoçukluğun masumiyeti başat konumdaydı. Yine yer yer hayatın anlamı üzerine zorlayıcı bir deney olan Gaspar Noe'nin ''Boşluk'' isimli filmini de hatırlamak olası. Transandantal Sinema bağlamında; Tarkovski'den sonra akrabalıkları sezilebilecek bir başka yönetmen Bela Tarr'ın, Torino Atı'nda yapmak istediğinin tamamen karşı kutbu olarak da okunabilecek bir film. Tarr'ın alegorik evreni ne kadar karamsar ve ölümü bekleyen bir noktadaysa, bu film de bir o kadar yaşama tutunma derdinde. Ancak aynı yılın mahsülü olan Trier'in Melancholia'sı ile bazı sahnelerine aldanıp lütfen kıyaslanmasın, o film altı boş karakterleriyle son derece derinliksizdi. The Tree of Life'ın film anlatısının içine bolca yerleştirilmiş tabiatın güzelliklerinin yanı sıra, Stanley Kubrick'e nazire yaparcasına yarım saatlik evrenin oluşumu bölümü var ki; gözlere muhakkak iyi gelecektir. Big bang, mikroorganizmaların oluşumu, balıkların oluşumu, dinozorların ortaya çıkışı ve bir göktaşının dünyayı vurması sonrası yok oluşları, en sonunda filmimizin ana karakterlerinin yakınlaşması ve daha sonra epey büyümüş haline de tanık olacağımız, dev binaların arasına sıkışan bir yaşamı olacak çoçuğun doğumu ve adım adım büyümesi. The Tree of Life tekrar tekrar izlenip, farklı yerlerinden tutarak üzerine çok farklı yorumlar getirilebilecek derecede felsefi yoğunluğa sahip özel bir film, tıpkı Bir Zamanlar Anadolu'da gibi. İkisinde de Dostoyevskiyen lezzetlere ulaşmak mümkün ama burada o yoğunluk daha da fazla. The Tree of Life'ın Karamazov Kardeşler'le farklı bir düzlemde de olsa ruh bağı olduğunu bile söyleyebiliriz. Olağanüstü enstantaneleriyle Emmanuel Lubezki ve sountrack de imzası bulunan Alexandre Desplat'a da parantez açmadan geçmeyelim. Küçük çocuğumuzun büyümüş halini 5 dakikacık da olsa canlandıran Sean Penn'i daha uzun süre görmek istediğimizi de belirtelim. Şiirsel bir sinema duygusunu çok güçlü bir şekilde izleyicisine geçiren bu eserle ilgili yazımızı da 2.5 saate yakın süresinden sonra ulaşabildiğimiz kozmik sırla bitirelim. Ontolojik bakış olarak nerede konumlanırsak konumlanalım, bu dünyada yaşayan herkes için ortak olacak, filmin bizdeki karşılığı olan cümleyi söyleyelim. Tıpkı annesinin çocuğuna dediği gibi: ''Sev yoksa boşa yaşarsın''. Yıldız:* * * *

16 Ekim 2011 Pazar

FİLMEKİMİ'NDEN KALANLAR

İlk izlediğimiz İtalyan usta Nanni Moretti'nin Habemus Papam'ı oldu. Papa ölmüştür, yeni bir papayı seçmek için Kardinaller Meclisi toplanmıştır ama adaylardan birçoğu içten içe Tanrım beni seçme diye haykırmaktadır, uzun uğraşlar sonucunda papa seçilir ancak meydanda toplanmış halkı selamlamak üzereyken bir anda cayar, bunu yapamaz. Ardından ünlü psikiyatrist ve tabii ki materyalist Nanni Moretti çağrılır, sonrasında da olanlar olur. Nanni Moretti bu filmiyle papalık kurumuyla fena halde dalga geçiyor, filmde bu kurumun içinde yoğrulan insanların bile içinde bulundukları iki yüzlü durumu sorgulaması için kapı açıyor. Belki de her toplumun din kurumunu sorgulaması için bir fırsat tanıyor. Film çok da uzun sayılmayacak bir zaman diliminde bunu alabildiğine dengeli bir biçimde yaparken, çok ince bir mizahı da anca usta bir sinemacının altından kalkabileceği şekilde içine yediriyor. Son derece yetkin bir sinema diliyle dikkat çeken bu eseri alkışladık, Cannes'dan eli boş dönmesini biraz yadırgadık. Ayrıca geçen sene bu zamanlar izlediğimiz Angeloupulos'un Zamanın Tozu'ndan sonra Michel Piccoli'yi ilerleyen yaşına rağmen fazlasıyla formunda görmek de bizleri çok sevindirdi. 
Yıldız:* * *
İkinci izlediğimiz film ise farklı bir merak unsurunu içinde taşıyordu bizler için. Malum bakmaya doyamadığımız Bir Zamanlar Anadolu'da'mız ile 2.liği (Jüri Büyük Ödülü) paylaşmıştı. Peşinen söyleyelim; Bisikletli Çocuk oldukça iyi bir film. Şayet Dardenneler ile hiç karşılaşmamış olsak bayılırız bu filme de, biz bu adamların filmlerini gördük, dertlerine de ortak olduk, yine aynı filmi yapmışlar hissiyatını maalesef ki yaşadık. Bir yönüyle tutarlılık olarak görülebilecek bu durum, sinemayı sanat olarak gören bizler için bir eksi puan olarak haneye yazılıyor çünkü ''sanatın dili biçimlerin ve onları aşabilmenin de dilidir'' aynı zamanda, bunu da yadsıyamayız. Babasının istemediği bir çocuğun çırpınışları ve bir kadının ona kucağını açmasını anlatan film, aslında bizlere sevgisiz bir çocukluğun nasıl da şiddete, kötülüğe yönelteceğini Dardenne'lere yakışır şekilde belgesel estetiğine yakın, yalın bir biçimde anlatıyor. Her ne kadar yönetmenlerinin kendilerini aşamadığını söylesek de yaptıkları film, yaşadığımız dünyanın fazlasıyla içinden olması ve çok iyi oynanması, kusursuz çekilmesi sebebiyle takdirimizi kazanıyor, bir ödül almayı hakettiğini düşünsem de o ödülün Bir Zamanlar Anadolu'da ile aynı ödül olması düşündürücü... Yıldız:* * *
Filmekimi'nin ikinci gününde izlediğimiz Michel Hazanavicus'un Artist'i ise tam anlamıyla kalbimizden vurdu. Bir orjinal retro'ya imza atan yönetmenin filmi sinemaya bir saygı duruşu niteliğinde. İlk sesli filmin çekildiği tarih olan 1927'de başlayan film, büyük buhranın ertesinde sessiz filmleri terk eden prodüktörler ile bir sessiz dönem oyuncusu olan George Valentin arasındaki çatışmayı konu alıyor. Hemen her yönüyle (Akademi perde oranı 1.33, saniyede 22 kare, jenerik, arayazılar, geçişler, köstüm, oyunculuklar, müzik vs.) o dönemin film estetiğine sadık kalınarak çekilmiş, sonu bile o dönemki filmler gibi olan bir mini başyapıt Artist. Yönetmen o dönemi olağanüstü bir titizlikle yeniden yaratırken konu olarak da sinemanın önemli dönüşümlerin biri olan sesli döneme geçiş/geçemeyiş'i seçmesi kuşkusuz eski sinemaların bir bir kapandığı, alışveriş merkezlerine tıkıldığı, 3. hatta 4.5. boyutlu filmlerin giderek daha fazla yer işgal ettiği, kimilerince sinema sanatının miadını doldurduğu gibi iddiaların ortaya atıldığı bir dönemde daha anlamlı hale geliyor. Yönetmen o dönemi ve derdini biçim ve içeriğin harikulade uyumu içinde sunarken modern nüvelerden de yararlanıp daha bir büyülenmemizi sağlıyor. Bir müddet sessiz ilerleyen filmin Valentin'in artık işsiz kaldığını anlaması üzerine, onun (ve belki de bizlerin) bardağı masaya vuruşunda çıkan ses ile tedirgin olduğu sahne Chaplin'e has ironinin güncel bir örneği olarak unutulmayacak anlarından biriydi, hafızamızdan kolay kolay çıkmayacak. Sonuç olarak bizlere çok hoş 100 dakika yaşatan isimleri kutlarız, şahsen Bir Zamanlar Anadolu'da ile ödül paylaşmayı daha çok hakeden filmin Artist olduğunu belirtiriz. George Valentin rolünü mükemmel canlandırıp Cannes'da bir numaralı aktör ödülüne uygun görülen Jean Dujardin'in ödülüne tarihte görülmemiş şekilde birinin daha ortak edilebileceğini söylemeden de geçmeyelim: Köpeği. Yıldız:* * * *
Julia Leigh'nin ilk uzun metrajı Uyuyan Güzel etkinliğin belki de en rahatsız edici filmiydi. Leigh'nin yurttaşı Jane Campion'un yapımcılığını üstlendiği ve onun tabiriyle 'varoluşçu sinemanın çağdaş bir örneği' dediği film, biraz tartışmalı. Yönetmenin kendi romanından uyarladığı eser, belli bir sinemasal kaliteye sahip, izlenmeyi hakediyor kuşkusuz. Ancak yönetmenin sapıkça fantezilere boğulmuş, sinir bozucu dünyayı resmetme biçiminde gedikler var: En önemlisi senaryoda boşluklar var, eminiz ki çoğu zaman arzu edilen de bir durumdur bu, anlam boşluklarını doldurmak izleyiciye kalır ama bu film gösteriyor ki; iyi bir romanı uyarlamak -kendi romanınız bile olsa- her babayiğidin harcı değil. Mesela bu kız ilaçla uyutulduğu için hiç bir şey hissetmediği yatağına yaşlı adamları alma gereksinimi neden duysun veya birlikte yaşadığı adamın kadınlara özgü oturuş şeklinin arkasında neler yatıyor, kızın sanırız başka bir ailesi de var, o da cabası. Belli ki Jane ablası Julia'ya bir şeyler öğretmeli ya da deneye yanıla öğrenecektir, bilemeyiz. Yıldız:*
Filmekimi'nin en çok merak edilen filmlerinden biri şüphesiz ki Lars von Trier'in Melankoli'siydi. Kendini dünyanın en iyi yönetmeni olarak gören ve bunu her daim dile getirmekten de çekinmeyen bir şahıs Trier. En iyi yönetmen olmadığı kesin de, yaşayan sayılı outsider'lar arasına girer mi, artık o da zor gibi. Şahsen bir önceki filmi Antichrist'ı oldukça yaratıcı, ciddi bir estetik proje olarak olumlamaya çalışsak da, içeriğindeki büyük marazlar sebebiyle yeterince sevememiştik. O yüzden Melankoli'de artık depresyondan tamamen çıktığını umsak da filmin adı pek de öyle sinyaller vermiyordu. Nihayet; ne yapsa izlenir, sıradışı adamdır öngörüsüne kanıp izledik. Film iki bölümden oluşuyor, iki kız kardeşin isimlerini taşıyan. Birincisi Justine, bu bölüm bir şatoda geçen düğünü odağına alıyor, Claire isimli diğer bölüm ise Melankoli adlı gezegenin dünyaya giderek yaklaştığını perdeye taşıyor. İlk bölümün adını da taşıyan Justine evleniyor ama mutlu mu mutsuz mu belli değil, her an herşeyi yapabilir halde, sanki Lars von Trier'in nevrotik ruh halinin güzel bir kadın vücudunda vuku bulmuş hali gibi, birinci bölüm daha ne olduğunu anlamadan pata küte bitiyor, ikinci bölüm ise adeta başka bir film. İlk bölümle alakasız biçimde, öncelikle iki kız kardeşin gezegenin dünyaya yaklaşmasına dair verdikleri sükunet/tedirginlik tepkilerinden oluşuyor. İlk bölüm neyi anlatıyor; zorlama anlamlar çıkararak evlilik kurumuna, aristokrasiye eleştiri falan mı bulacağız, ne cüret. Aklı gidip gelen bir kadının zırvalamalarından başka hiçbir şey yok, ikinci bölüm de hiç bir şey anlatmıyor, ancak görece gerilim-bilimkurgu kodlarını auteuryen estetiğe az da olsa bulaştırarak belli bir düzeyde bizlere sunuyor. Her ne kadar insanları gerebilmiş olsa da iyi bir Hollywood filminden öteye hiçbir şey ifade etmiyor. Filmin başındaki, tüm filmi özetleyen anlatı bile Antichrist'teki heyecandan uzak, fazlaca ağdalı geldi bizlere. Yönetmenin neye odaklanmak istediği belirsiz. Şayet Melankoli gezegeninin dünyaya çarpacak olmasının gerilimini bize yaşatmak istediği, ticari filmlerin bir benzerini mi yapmak istemiş, o zaman ilk bölüm de neyin nesi diye sormak gerekiyor. Yoksa -güçlü ihtimal- gezegeni bir ''tür'' filmindeki gibi yüzeysel bir biçimde değil de, bir metafor olarak yansıtmak istediyse de, çok sığ, tamamen kendi ruh halini yansıtan, insanlığa dair hiçbir şey söylemeyen bir şey çıkıyor karşımıza. Sonuç olarak görselliği/yönetmenliği/oyunculuğu çok sağlam olan, bomboş bir film Melankoli, ne yazık ki. Hitlere sempatisini de açıkladığı için önünü bir hayli kapattığı söylenen, zaten eski günlerini arayan, araması gereken bu yaratıcı için artık söyleyebilecek fazla da bir şey yok aslında, yazık demekten başka... Yıldız:*
Sürreal'e sığınmak veya Le Havre: Aki Kaurismaki'yi 2002 yapımı Geçmişi Olmayan Adam ile tanımıştım, stili bana çok hitap etmese de insana karşı duyduğu onulmaz sevgi hemencecik dikkatimi çekmişti, Le Havre yönetmenin izlediğim ikinci filmi ve ilk izlediğime kıyasla daha olgun olduğunu söyleyebilirim. Normandiya Kıyıları'nda geçimini ayakkabı boyacılığıyla kazanan bir adamın Londra'ya gitmek üzere yola çıkan Afrikalı bir göçmen çocuğa kol kanat germesini anlatıyor. Göçmen sorunu kuşkusuz Avrupa'da kanayan bir yara, boyacının 12 yıl önce şehre yerleşen Vietnamlı arkadaşıyla yaptığı diyalogda bir çok şeyin özeti aslında. Akdeniz'de balıktan çok doğum sertifikasının olduğunu kente yerleşmek için kimliğini değiştirmekten tutun da çeşitli zorluklara göğüs gerdiğini söylüyor eski bir göçmen. Kanımca Filmekimi'nin en anlamlı filmi Le Havre; gerçek değerlere sıkı sıkıya bağlı ancak gerçeküstü bir hikaye. Ne olursa olsun dostluğa, dayanışmaya, insana olan inanca sarılmayı salık veren sıcacık bir masal... Belki sinema sanatına bir şeyler katma gibi derdi yok fakat eski dönemlerin daha tiyatral filmlerini andıran hatta Fransız Şiirsel Gerçekçiliği'nden bile izler taşıyan oldukça mütevazı bu filme kulak vermek gerekiyor. Cannes'daki ana jüriden hiç bir ödül çıkmamasıysa akıl alır gibi değil, bir sorun da ülkemizde vizyon bulma şansının düşüklüğü. Yıldız:* * * *

25 Eylül 2011 Pazar

Sonuçlar ve Değerlendirme

Bir film festivali daha geldi, geçti. Geriye kalanlar oldukça fazla, en dikkat çekici hususlardan biri halkın yoğun ilgisi oldu, özellikle yarışma filmlerine az sayıda ayrılan biletler (her film için konuklara ortalama 100 bilet ayrıldı) kapışıldı. Bir çok insan filmlere giremedi, adeta çıldırdı. Hepsini üzülerek, biraz da Adanalı'nın festivali belki de ilk kez bu denli sahiplendiğini görerek sevinçle karşıladık. Dahası bazı filmlerde konuklara ayrılan 100 kişilik yerin bile yetmediğini, bir filmde Radikal Gazetesi yazarı Şenay Aydemir'in de içinde bulunduğu bir çok kişinin filmi ayakta izlediğini görüyor, başka bir filmde de Çoğunluk'un yönetmeni Seren Yüce'nin ve Bornova Bornova'nın yönetmeni İnan Temelkuran'ın merdivenlere oturup filmleri izlemek zorunda oluşu dikkat çekiyordu. Allahtan salona girmek de geç kalmadığımız için başımıza öyle bir şey gelmedi, gelseydi de sinema sevdasıyla zor pozisyonlarda da izleyecektik mecburen. Festival zayıf başladıysa da ilerleyen günlerde hatırısayılır filmlerle heyecanımızı arttırdı ama yine de yarışmalı bölümde izleyebildiğimiz 12 filmin ortalamasını aldığımızda vasatın pek de üzerine çıkacak cinste değildi. Ülke sinema endüstrisinin ne durumda olduğunun bir yansıması olarak okunabilir bu festival. İşin dikkat çekici yanı Nuri Bilge Ceylan'ın 'başyapıt'ını da aynı süreçte izlediğimiz için NBC'nin sinemamızın ne kadar üzerinde bir yönetmen olduğunu çok net bir şekilde görmüş olduk. Gerçekten bu ülkeden böyle bir yönetmen nasıl çıktı diye sorduk kendimize, örneğin Fransa'da ya da İtalya'da benzer çapta çok fazla yönetmen sayabilirken, Türkiye'de aşmış, gitmiş, ancak Tarkovski'ler Antonioni'lerle kıyaslanabilecek olağanüstü bir adam var bir de diğerleri, makas çok açık diyebiliriz, şayet NBC yarışmalı bölüme başvursa ki; hakkı vardı herhalde ülke sinema tarihinde görülmemiş şekilde bir ödül çuvalıyla dönerdi, biz onu da düşündük, öyle bir durumda tahminimiz 9-10 ödül alabileceği, ama herhalde NBC'yi de tebrik etmemiz lazım, yarışmaya girmedi, diğer filmlerin önünü kapatmadı. Ümidimiz gelecek yıllarda başka Nuri Bilge Ceylan'lar çıksın. En azından bu festival emin adımlarla yürümeye devam ederse ilerki yıllarda bahsettiğimiz çizgiyi zorlayabilecek bir yönetmeni muştuladı: Özcan Alper. Her ne kadar biçimsel açıdan Özcan Alper'in Gelecek Uzun Sürer'i dışında -belki bir oranda da Onur Ünlü'nün Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi katılabilir- kayda değer film olmasa da, içerik olarak Derviş Zaim'in ödül töreninde de belirttiği gibi kayda değer filmler çoktu. Geçmişle yüzleşmeye çalışan, barışı, demokrasiyi ve insanca yaşamı vurgulamaya çalışan politik sinemanın çok farklı örneklerini izledik, evet Türkiye'de bütün olumsuzluklara rağmen bir şeyler değişiyor ve bu çaba sinemaya da yoğun bir şekilde yansıyordu, buna sevindik. Gelelim adet üzerine ödüllerin değerlendirmesine, kanımca ne yürekten alkışlayabileceğimiz ne de kötüleyebileceğimiz iki başlı bir liste var önümüzde.
Gelecek Uzun Sürer'in aldığı En İyi Müzik, Görüntü Yönetmeni ve Yılmaz Güney ödülleri zaten beklediğimiz doğru kararlardı, buna ek olarak Siyad'ın da oyunu Gelecek Uzun Sürer'den yana kullanması anlamlıydı. Bizim için az da olsa üzücü olan rekor seviyede (En iyi Film 350 bin lira ikinci en yüksek meblağa sahip Yılmaz Güney Ödülü ve En İyi Yönetmen Ödülü 75 bin lira) paranın sahibi olan filmin Gelecek Uzun Sürer olmaması, açıkçası Celal Tan filmini de beğenmiş yukarılarda kendine iyi yerler bulabileceğini düşünmüştük, ama yine de festival filmi tamlamasına en çok yakışan film olan Gelecek Uzun Sürer'in nicelikte en fazla ödülü alıp da 1.liğe ulaşamaması düşündürücü. En azından 1.lik 2 film arasında paylaştırılabilirdi, bizce daha doğru olan buydu ama belli ki jüri Onur Ünlü'nün değişik çalışan beyninden bayağı etkilenmiş, gönül ister ki bu film Dünya Festivalleri'nde de bir yerlere gelebilsin fakat çok da kolay gözükmüyor. Bizim için büyük sürprizler ise Eylül ile Aşk ve Devrim'in ödül listesinin bir çok yerine konması oldu. Eylül, Aşk ve Devrim'e oranla daha tutarlı, eli yüzü düzgün bir çalışma olsa da aldığı yönetmenlik ödülünü pek de haketmiyordu, hele Gelecek Uzun Sürer hatta Celal Tan gibi bu işi daha ustalıklı yapan filmler varken. Jüri burada farklı bir insiyatif kullanmış ve bu alanda en iyi filmleri değil de onlardan boş kalan yere bir ilk filmin ve yönetmenin önünü açmak istemiş, bu anlamda iyi niyetli bir karar denebilir. Ancak biz olsak ilk filme ödül verme hakkımızı Eylül'e değil de her şeyin görünüşe indirgendiği duygusuz dünyayı resmetmeye çalışan Vücut'a verirdik. Jüriyi asıl eleştireceğimiz yerse Aşk ve Devrim'e etten püften gibi görülse de bir çok ödülün verilmesiydi. Filmin yönetmenliği aksıyor, derdini anlatamıyordu. Umut Veren Genç Oyuncular'ının bile tartışılabileceği listede 2 ödül daha aldı. Sanat Yönetmenliği ona gelince bu alanda çok daha yetkin bir çalışma olan Türk Pasaportu unutulmuş oldu. Belli ki bu jüriyi kesmedi bir de Jüri Özel Ödülü verdiler. Şayet böyle bir ödüllendirme tablosunda Jüri Özel Ödülü'nün Vücut'a ya da hiç ödül alamamış Türk Pasaportu veya Yurt'a gelmesi daha anlamlı olurdu ama olmadı, jürinin neden Aşk ve Devrim'i bu kadar sevdiğini merak etmemek mümkün değil. Yine ölüm orucu direnişçilerinin trajedisini anlatan Simurg'a jüriden hiç bir ödül gelmemesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir noktaydı, allahtan İzleyici Ödülü belki sürpriz bir şekilde ona gitti de rahat bir nefes aldık. Son olarak oyuncu ödüllerinin de bize göre haklı yerlere gittiğini belirtelim. Yine de sinemayı iyi bilen, son derece önemli isimlerden oluşan jüriden dört başı mamur bir liste beklemek hakkımızdı, beklentinin fazla yüksek olması da her zaman iyi olmayabiliyor. En azından daha önceki yıllarda Antalya'da Üç Maymun'un harcanması felaketini hatırlayınca kendimize geliyor ve bir süre filmsiz geçecek soluklanma dönemine giriyoruz, Adana 2011 defterini burada noktalıyoruz. Bu yazılarla birilerini az da olsa mutlu edebilmişsek ne mutlu bize diyoruz, sevgiyle kalın...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Koza'da Politik Rüzgarlar

Gelecek Uzun Sürer'le yönünü farklı yerlere çeviren festival programı, yine o istikamet de ilk başta Yurt'la arkasından da radikal bir belgesel olan Simurg'la politik sinemanın birbirine zıt denebilecek iki örneğini bizlerle buluşturdu. Türkiye'nin ilk Altın Palmiyeli oyuncusu, Nuri Bilge Ceylan'ın arkadaşı Muzaffer Özdemir'in yazıp yönettiği ve oynadığı Yurt'u izlerken hiç beklemediğimiz bir pırlanta bulduğumuzu sandık, daha sonra ise biraz yanıldığımızı anladık. Film yine de dingin estetiği, çevre sorunlarına duyarlıkla birleştiren hoş bir sürpriz olarak görülebilir.
''HES'' açılımı Hidroelektrik Santralleri, suyun enerjisinden yararlanarak elektrik üreten yapılardır. Bunun için bir çok hayvanın doğal yaşam alanına müdahale edilir, onlar ölür, bölgenin ekolojik dengesi bozulur. Tabii ülkenin başında olanlar için önemli olan şeyler bunlar değildir, başka şeylerdir. Filmin odağında bu var; depresif bir mimarın doktor tavsiyesiyle çocukluğunun geçtiği yerlere yaptığı seyahati anlatan film, biçimiyle Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı'nı andırıyor, hele doğanın katline dair vurgular da gelmeye başlayınca heyecanımızı bir hayli arttıyor olsa da, film başlarda yakaladığı ritmi sürdüremiyor, sanki çabuk yoruluyor, bir yerden sonra sıkıcı oluveriyor. Ancak doğanın dingin güzelliği, bu sefer taşranın sıkışmışlığına değil de doğanın kendisine dönünce, yönetmenin farklı bir şeyler yapmak istediğini anlıyor ve seviniyoruz. Vasat ve vasat altı filmlerin olduğu seçkide bir ödül gelmeli diyoruz. Jürinin de böyle düşüneceğini tahmin ediyoruz, bir 'En İyi Görüntü Yönetmeni' ödülü neden olmasın.
Yarışmalı bölümün ikinci ve son belgeseliyse 1996 yılında ölüm oruçlarında sağlıklarını geri dönülemez bir şekilde kaybedip Werniche Korsakof hastalığına yakalanan bir grup arkadaşın 2000'deki ölüm oruçlarında bir araya gelmesini anlatan Simurg; sadece bunu anlatmakla kalmıyor onların bu gününü de kayda alıyor, 2000 yılında ''Hayata Dönüş Operasyonu'nda o zamanlar açığa çıkmamış bir çok görüntünün eklendiği film, festivalin tartışmasız en sert filmiydi, içimizi dağladı.Filmle ilgili en çok üzüldüğüm sahnelerden biri, Bülent Ecevit'in elinde hiçbir silah olmayan, devlete karşı tepkisini kendi vücudunu ölüme yatırarak gösteren insanlara; artık teröristler devletle başa çıkamayacağını anladı şeklindeki ifadesi. İnsan hayatı herşeyden değerlidir, eğer bir insan başka kimseye zarar vermeyip kendini ateşe atıyorsa orada durup düşünmek gerekir. Bu film onu yapmaya, bunun da ötesinde o zaman yaşananları dibine kadar göstermeye kalkıyor. Eli ayağı tutmayan, konuşma güçlüğü çeken bu insanlardan hala terörist olarak bahsedilmesi üzücü, üstüne üstlük bu insanları gösterimin yapıldığı salonda önümüzdeki koltukta bizzat görmemiz de, gerçeğin yıkıcılığını katbekat arttırdı. Filmle ilgili eleştirilerimiz ise özellikle 2000 yılında çekilen parçaların biraz amatörce olması ve yer yer slogan atmaya kalkışması. Tahminimiz yönetmen Ruhi Karadağ'ın Yılmaz Güney Ödülü'ne elini uzattığıdır.
İlginç bir şekilde hemencecik favoriler arasına giren bir film de Onur Ünlü'nün Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi idi, adıyla bile insanda tuhaf hisler uyandıran bu film bir anayasa profesörünün genç yaştaki eşini öldürmesi sonrasında ailesi ve çevresinin ve tabii ki kendisinin komik hikayesiydi. İlk gün Memleket Meselesi için söylediğimiz absürde kaçmaya çalışıyor ama kaçamıyor ifadesinin ters karşılığı gibi bu film. Absürdün içinde yüzüyor, geçmiş Türk filmleriyle dalgasını da bir güzel geçiyor, izleyende saçma sapan, garip, uçuk gibi hissiyatlar yaratsa da bütün saçmalığın arkasında bir toplumsal eleştiri okumak da mümkün. Şahsen kendi adıma daha ciddi filmleri yeğlesem de Onur Ünlü'nün büyük titizlikle ördüğü öyküsünü beğenmedim diyemem. Bu akşam açıklanacak ödül listesindeki 'En İyi Senaryo' dalının en güçlü favorisi. 'En İyi Yönetmen' ve 'En İyi Kurgu'dan biri de gelirse pek yadırganmaz sanıyoruz.
Dün galası yapılan bir başka film ise Eylül. Hasta eşi Aslı ve onunla hastanede aynı odayı paylaşan güzel Elena arasındaki sıkışan bir adamın hikayesi gibi özetlenebilir. Fakat film gerektiğinden fazla ağır akıyor, epey daha devam etmesi gerekirken sona eriyor. Şayet bu kadar ağır akan bir anlatıyla, senaryonun ince işlenmesi gereken böyle bir öykü 84 dakikaya sıkıştırılmaya kalkışılırsa, tatmin olmayız. Yazık olmuş deriz. Salondan da çok fazla olumsuz tepkiler alan filmin yönetmenine, söyleşi sırasında bir konuğun sizi tebrik ediyorum gerçek bir başyapıt demesi de ilginç bir anekdot olarak hafızamıza kazındı. Bugün izlediğimiz ilk film olan Aşk ve Devrim'den bahsetmek bile istemiyorum, amatör bir öğrenci filminden pek de farkı olmayan bu çalışmada, yönetmenin ne anlatmak istediği belli bile değil, belki de bir şey anlatmak istemiyordur. Senaryo olarak da görsel açıdan da vasatın altında olan filme geniş ödül yelpazesinden hiçbir ödülün gelme ihtimali yok. Böylece yarışma filmleri de bitmiş oldu.
BİZİM ÖDÜLLERİMİZ: EN İYİ FİLM: GELECEK UZUN SÜRER, JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: VÜCUT, EN İYİ YÖNETMEN: GELECEK UZUN SÜRER, EN İYİ SENARYO: CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ, EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ:YURT, EN İYİ KURGU: CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ, EN İYİ SANAT YÖNETMENLİĞİ:TÜRK PASAPORTU, EN İYİ KADIN OYUNCU: VÜCUT, EN İYİ ERKEK OYUNCU:GELECEK UZUN SÜRER, EN İYİ MÜZİK: GELECEK UZUN SÜRER, YILMAZ GÜNEY ÖDÜLÜ: SİMURG
Bakalım jüri bizim gibi düşünecek mi?

22 Eylül 2011 Perşembe

Özcan Alper Koza'ya yakın

İlk filmi Sonbahar ile Altın Koza'ya damga vuran, gönülleri fetheden Özcan Alper yeni filmi Gelecek Uzun Sürer'le yine kalbimize nişan almayı başardı. Film Ana Seçkide şu ana kadar izlediğimiz filmler arasında teknik kapasitesi ve 'solduyusu' ile bir anda öne çıktı. Haliyle de Altın Koza'nın favorisi oldu.
'' Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?'' Gelecek Uzun Sürer Cesar Pavese'nin bu çarpıcı sözleriyle açılıyor. Hakkari doğumlu erkek arkadaşının daha iyi bir Dünya'da buluşmak dileğiyle terkettiği, daha açık ifadeyle gerillaya katıldığı için bir süredir ondan haber alamayan Sumru'nun Güneydoğu'ya doğru yaptığı yolculuğu anlatan filmde bizler Sumru'yu Türkiye'nin her yerini gezip tezi için ağıt araştırmaları yapan bir müzikolog olarak tanıyoruz. Tabii yaptığı araştırma ağıtlarla ilgili olunca bu toprakların üzerinde yaşanmış acılar da bir bir açığa çıkıyor, gerçek belgelerle desteklenen, görsel/işitsel açıdan elit kategoriye ulaşan film haliyle En İyi Film Altın Kozası'na göz kırpıyor. Onu alamadığı takdirde; En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü Yönetmeni, Yılmaz Güney Ödülü ve En İyi Müzik ödüllerinden bir veya birkaçını alabilir, bu gücü var. Şunu da belirtmemiz gerekir ki filmden bazı arkadaşlar rahatsız olmuş, fazla angaje ve manipülatif bulmuş o da ayrı. Jüride de böyle düşünenler çıkar mı bilemeyiz.
Yarışmalı bölümün son iki gün içinde izlediğimiz diğer filmleri de ilk gün faciasından sonra festivalde olduğumuzu bize hatırlatmaya yetti. Önce Türk Pasaportu sonra da Vücut takdir topladı. Reklam filmleriyle tanınan Mustafa Nuri'nin ilk filmi Vucut her şey gibi insan bedeninin metalaştığı, o bedenin arkasındakilerin; kalbin, ruhun, zekanın değersizleştiği, herşeyin et parçasına indirgendiği bir çağda bizlere ilaç gibi geldi, açıkçası uzun yıllardır sinemamızda böyle bir meseleyi işleyen bir film izlediğimi hatırlamıyorum. Filmin ilk yarısında ne anlatmak konusunda kararsız kaldığını düşünen izleyicisi, daha sonraki dakikalarda bunun sıradan bir aşk filminden ötelere gitmeye çabaladığını farkediyor. Bizce bu filmi jüri ödülsüz göndermez, bu ödül ne olur Hatice Aslan'a en iyi kadın oyuncu olabilir. Hakan Kurtaş'a da umut veren genç oyuncu ödülü gelirse çok şaşırmamak gerek.
Yarışmalı bölümün diğer filmiyse, Dünya Prömiyerini Cannes'da yarışma dışı yapan belgesel Türk Pasaportu; 40'ların başlarında özellikle Fransa'nın Drancy kampındaki Yahudileri, Türkiye diplomatlarının nasıl kurtardığına şahit etti bizleri. Tarihi yaşayan çok sayıda tanığa ve belgeye başvuran film, o dönemi ustalıkla canlandıran sahneleriyle kurgu bir filmin lezzetini yaşatmayı da bildi. Bu film de ödül alır. Mesela En iyi Sanat Yönetmenliği. Hatta bundan sonraki filmlerin durumuna bağlı olarak En İyi Yönetmen bile gelebilir. Filmle ilgili tek kaygımız bunca yıl yapılmayıp da tam Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulduğu bir döneme denk gelmesi. Film son derece iyi niyetli insanların yaptıklarını göz önüne sermeye çalışıyor ancak filmde yanımda oturan oyuncu Ayten Uncuoğlu'nun da dediği gibi birileri tarafından başka yerlerde kullanılmaya çalışılma ihtimalini düşünmek üzücü. Şahsen böyle bir filmi başka bir dönemde veya tarafsız bir ülkeden izlemeyi daha çok isterdik. Bir diğer izlediğimiz film de Kadife idi. Yine Kürt sorununa dikkat çeken bir film olmakla Gelecek Uzun Sürer'e kıyasla daha orta yolcu bir film izledik diyebiliriz, tabii ki barışa vurgu yaptı o da. Kadife ismindeki kadın PKK'lı çocuklarını bir bir şehit verdiği için, tek varlığı torununu da kaybetmemek için bu savaş bitsin diye büyük çaba harcamaktadır çünkü kendi çocuğuyla başka bir yakının çocuğunu bile karşı karşıya getirmektedir bu kirli savaş. Ne yazık ki bu savaş analara bırakılamayacak kadar da çetrefildir. Filmin seçkiye girmeyi hakettiğini düşünsem de biraz yapaylık sezdim, ödül alma ihtimalini çok yüksek bulmasak da, en yakın uzanabileceği ödül sanırız En İyi Senaryo olurdu. Bügünün bir başka yarışma filmi de bir ilk film olan Mar idi. Artık gına getiren taşra filmleri furyasının yeni bir ayağı olan film, eli yüzü düzgün, bir şeyler de anlatmak istiyor ama o kadar. Taşra filmlerine yeni hiç bir şey getirmiyor, mesela bir Zefir bile olamıyor. Bizden ödül çıkmayacak filmi beğenen arkadaşlarımızın da olduğunu belirtiriz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

NURİ BİLGE CEYLAN BÜYÜLEDİ

Nihayet 'Bir Zamanlar Anadolu'da'nın Türkiye Prömiyeri Altın Koza'da gerçekleşti. Gala salonu oldukça büyük kapasitesine rağmen tamamen doldu, konuk kartı ya da davetiyesi olmayanlar giremedi. Film Türk Sineması'nda hiç alışık olmadığımız derecede özen gösterilmiş incelikli bir sinema dili hem de entellektüel yoğunluğuyla bizleri çok etkiledi. Bize göre 'başyapıt' olan bu filmin önümüzdeki süreçte büyük tartışmalara gebe olabileceğini öngörmek mümkün.
Günlerdir yarışma filmlerinin bizi ne kadar tatmin edip etmeyeceğini düşüneduralım, aklımızın bir köşesini Bir Zamanlar Anadolu'da'yı ilk izleyen kitleden olmanın sabırsızlığı işgal ediyordu ve ışıklar söndü 157 dakika boyunca dünyadan koptuk, belki de daha fazla dünyalı olduk. Bilemiyoruz. Bize bu 157 dakikalık kurmaca evreni anlatmak düşüyor. Öncelikle bu filmi izledikten hemen sonra çalakalem bir yazı yazmak da kolay değil, üzerine düşünülmesi gereken, hatta sakin kafayla bir daha izlenmeyi hak eden bir film Bir Zamanlar Anadolu'da. Böyle bir filme bu yazının -şimdilik- yetersiz kalacağını söyleyelim ama sıcağı sıcağına bir şeyler yazmazsak da çatlarız. Film bir gece vakti başlıyor ve sabahın ilk ışıklarından biraz sonra bitiyor. Yani bugüne kadar ki Ceylan filmleri içerisinde en dar zaman dilimini kapsayan film bu, buna karşın enteresan biçimde en uzun gerçek zaman dilimine sahip film de bu, dile kolay 157 dakika. Filmi özetlemek de çok kolay değil, 2 katil zanlısının gömdükleri cesetin bir komiser, savcı ve doktor öncülüğünde aranması diyebiliriz konusuna. Bu kısa zamanda yaşananlar, kurdukları iletişim, özellikle de ustalıklı diyaloglar filmin düşünsel derinliğinin temel dayanağı. Kimi zaman gerilime göz kırpan, sık sık ince bir mizaha tutunan, zaman zaman da (özellikle savcı ve doktorun konuşmalarında) insanoğlunun felsefi derinliklerinde dolaşan katmanlı bu filmin Çehov daha çok da Dostoyevski romanlarındaki derinliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bütün bunları kayda değer hale getiren de, Nuri Bilge Ceylan'ın doruğa çıkan yönetmenlik başarısı; özellikle filmin ilk yarısında karanlık sahnelerdeki ışık kullanımı, kamerayı bir resim paletine dönüştüren yetkinliği, zamanı olağanüstü yaratıcı kullanışı, her ayrıntıyı ilmek ilmek işlemesi... Bir Zamanlar Anadolu'da sinemamızın en farklı dokuya sahip filmlerinden biri belki de birincisi. Nuri Bilge Ceylan'ın bugüne kadar sinemasına kattıklarını içindeki barındıran, hem de bunun çok ötesine gitmeye çalışan ve başaran bir film. Bizce Nuri Bilge'nin ustalık eseri, haliyle de hazmı zor, bu tip bir sinemaya alışkın olmayanların sonunu getiremeyecekleri bir film. Biz şu an itibarıyla ne anladık derseniz: Bir cinayetin otopsisinden, Anadolu'nun, buranın insanlarının otopsisini yapmaya çalışan bir film anladık diyebiliriz. Yönetmenin karakterlerine belli bir mesafeden bakıp çizmek istediği büyük resmi ayakta alkışlarız. Her filmiyle bir vites yükseltmeyi başaran yönetmenin bir sonraki filminin nasıl bir şey olacağını ise tahayyül etmek çok zor.

20 Eylül 2011 Salı

Altın Koza'da sönük başlangıç

Türkiye'nin 2 prestijli film festivalinden ilki nihayet sinemaseverlere kapısını açtı. Aslında Antalya'dan sonraki ikinci prestijli film festivali demek daha doğru Adana için çünkü bir türlü devamlılığı sağlayamamış olması, birileri tarafından sürekli kesintilere uğratılmasının bunda payı büyük. Ancak şu da bir gerçek ki, geçtiğimiz sene meydana gelen Mavi Marmara saldırısını fırsat bilen 'büyükbaş aymazlar'ın iptal ettirdiği, daha sonra Eylül'e ertelenen ve ondan sonra bu yıl da Eylül'ü zapt eden Altın Koza için bu durum bir fırsata dönüşebilir, Filmekimi'nin 10.yılı ile çakışan, özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın bir hayli soğuduğunu bildiğimiz, geçtiğimiz haftalarda çok da heyecan yaratmayan bir yarışma programının açıklandığı Antalya Portakalı'nı kağıt üzerinde de olsa yiyebilecek bir seçki var Çukurova'da. Başvuran 43 film arasından 14'ü yarışmaya hak kazanmış. Üstelik 4 tanesi hariç diğer 10 filmin bakir olması da en önemli atılımlardan biri. Tabii kazanan filmlerin rekor düzeyde ödüller alacak olmasının da bunda payı yok diyemeyiz.Bir Zamanlar Anadolu'danın Türkiye Prömiyeri ve 1.Sinema Kongresi'ne girmiyorum bile. Umarız bundan sonra daha aklı selim insanların, aydınlar ve sanatçıların öncülüğünde tavizsiz büyür.
Festival farklı bölümleriyle Dünya'nın bir çok yerinden filmlere ev sahipliği yaparken, bunların bir kısmının özellikle Türkiye prömiyerleri olmasına dikkat edilmiş.
Bizi ilgilendiren bölüm ise, hemen herkesin de merakla beklediği 14 filmin altın'dan yapılmış pamuk kozasına ulaşmaya çabaladığı ve bununla birlikte mini bir servet olarak adlandıracağımız parasal ödüllerle önlerini -çok ciddi düzeyde- açmaya çalıştıkları ''Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'' adlı bölüm, kıyası hiçbir şekilde mümkün olmasa da uluslararası arenada, örneğin Cannes'daki karşılığı Palmiye, Venedik'teki ise Aslan olan, Antalya'da Portakal burada Koza olan bölüm. Ana Bölüm kısaca. Bu bölüme ait izlediğimiz ilk filmse tam bir düş kırıklığı yarattı. İsa Yıldız ve Murat Onbul'un yönetmenliğini üstlendiği, gerçek bir olaya dayanan Memleket Meselesi ne yazık ki gerçek öykülerin çekici dinamizminden nasibini alamamış. Emekliliğini bekleyen bir öğretmenin genç bir polis tarafından dövüldükten sonraki hak arayışını konu ediyor film, ancak hikaye tuhaf bir şekilde yan karakterlerin sonuçsuz hayatlarına girip girip çıkıyor, karşımızdakinin bir vodvil uyarlaması olmadığı gibi biraz absürde kaçtığını da kabul etmek zorundayız. Ancak 100 dakikalık süresine bunu da adam akıllı yediremiyor, geriye oldukça yavan, gerçeklikle yapaylık arasında sallantıda duran bir film çıkıyor, şayet televizyonda izlesek kabul edebiliriz ama sinemada olmaz, hele bir festivalin yarışmalı bölümünde katiyen. Ahmet Uğurlu'ya saygımızdan izlediğimiz bu filmi yetkililerin neden yarışmalı bölüme aldıklarını sorar, filmin senarist ve yönetmenlerine Acı Hayat, Gazi gibi Tv dizilerini yazmaya veya video klip yönetmeye devam etmelerini salık veririz.
İkinci 'Issız Adam'lar faciası: Yarışmalı bölümün ikinci filmi de ilki gibi, bakir değildi ve gerçek bir hikayeye dayanıyordu. Ülkemizdeki birçok insanın şimdiden 'kült' mertebesine çıkardığı Kaybedenler Kulübü'nden bahsediyoruz. Jüriden ödül çıkmayacağını ummuduğumuz, ancak halkın oylarıyla belirlenen izleyici ödülünü alma ihtimalinden korktuğumuz film tam bir fiyasko. Çağan Irmak'la başlayan sözde entellektüel, sözde yalnız, kadınları mıknatıs gibi çeken adamlara iki kişi daha eklendi: Kaan ve Mete. Birinin yayınevi var diğeri bar işletiyor. Bir radyo programı bulmuşlar, karşılıkla sohbet ediyorlar ve zamanla reytingler alt üst oluyor. Her arayan kıza, seninle yatmış mıydık? yalarım vs. gibi son derece laubali cümleler sarfediyorlar, gerçekten de hemen her kızla yatıyorlar. O bar benim, o kız senin, bir zevk ü sefa durumu hakim yaşamlarına. Kısacası bir insanın yaşayabilmesi için zorunlu olan bütün ihtiyaçları fazlasıyla karşılanıyor. Ancak Issız Adamlar ya, bir kez beraber oldukları kızın adını bir daha hatırlamayabiliyorlar, bir kez daha birlikte olmalarına bile gerek yok çünkü kapıda en güzelinden bir tane daha var. Şimdi isyan etmemek mümkün değil. Bu nasıl kaybedenliktir, cinselliği bastırmak zorunda kalmış-bu yüzden abazanlık diye bir deyişi türeten- yüzbinlerce gencin yaşadığı müslüman ülkede, her kıza sahip olabiliyorsunuz ama biz hep bir başkasıyla yatmak istiyoruz o yüzden düzenli bir aile hayatımız olmuyor diyebiliyorsunuz. Bu yüzden kaybedenlik diye bir şey ortaya atıyorsunuz. Onu da geçtik, yaşadıkları yirmi milyona yakın İstanbul'da işsiz gençlerden, sokakta yatmak zorunda kalanlara, engellilere... O kadar büyük ve çaresiz bir insan populasyonu var ki; sizinki de hikaye mi dememek elde değil. Maalesef yeni trend bu, binlerce Issız Adam'dan sonra binlerce 'Kaybedenler Kulübü' üyesinden biri olmak için can atanlarımız olacaktır bu filmi izledikten sonra. Peki bu filmin bir festivalin ana bölümünde olmasının anlamı nedir? Biz bulmakta zorlandık. Tahminimiz odur ki; Derviş Zaimli jüri de bulmakta zorlanır, popülist davranmaz ve bu filmi ödül listesinin yukarılarına taşımaz. Sonuç olarak gerçek anlamda start alan Altın Koza ilk filmleriyle bizi üzdü ama daha çok yolumuz var, değerli pırlantaları bulabileceğimize dair inancımız sürüyor.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Aynı Kalsiyum'un Çocuklarıyız.

Altın Koza'da henüz merakla beklediğimiz yarışma filmleri başlamadı, ancak daha önce İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş ve beğeniyle karşılanmış olan Patricio Guzman'ın Işığa Özlemi, belgesel sinemanın gücüne işaret eden, seyircisini entelektüel yolculuklara götürmeyi başarabilen şapka çıkarılacak bir yapım.
''Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.''
Bu sözler bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı görevini yürütmüş bir isimden. Aslında bu sözleri söyleyen ruh çok tanıdık. Dünya'nın kuzeyden güneye en uzun ülkesi, Şili; ülkemize hiç de uzak olmayan, benzer acıları çekti, insan vicdanını yaralayan unutulmaz sözlere tanıklık etti, bizimkinden sadece 7 yıl 1 gün önce Salvador Allende ve onun ilk kez seçimle başa geçen sosyalist hükümeti bir askeri darbe sonucu yıkıldı. 1990'a kadar sürecek Pinochet diktatörlüğü başladı. Resmi verilere göre 30.000, gayriresmi verilere göre 60.000 insan öldürüldü ve birçoğunun cesedi hiçbir zaman bulunamayacak şekilde yok edilmeye çalışıldı. Uçsuz bucaksız Atacama Çölü'ne bırakıldı. Hemen belirtelim; Işığa Özlem bütün bunları bir daha anlatmaya kalkmıyor, alışıldık belgesellerden de çok farklı bir yol izliyor çünkü darbenin acılarına ev sahipliği yapan Atacama Çölü doğası gereği Mars yüzeyine çok benziyor; nem yok, canlı yaşamıyor, bu yüzden gökbilim araştırmaları için biçilmiş kaftan. Doğal olarak da filmin öyküsünü zenginleştiriyor. Kadınlar inatla yakınlarının kemiklerini çölde arıyorlar, gökbilimciler de o çölde evrenin sırrını çözmeye çalışıyorlar. Aslında ikisinin de aradığı şey geçmiş, geçmişten günümüze arta kalanlar... Birisi milyarlarca yıllık bir geçmişi ararken diğeri 30 yıllık bir geçmişin kalıntılarını arıyor. Tuhaf bir şekilde milyarlarca yılı arayanlar ilgiyle karşılanırken, geçen yüzyılın acılarını arayanlar nedense o kadar ilgiyle karşılanmıyor ama anlıyoruz ki Şili bu büyük acıyla yüzleşmeye çabalıyor mesela Pinochet yargılanmış. Bir yönüyle radikal diyebileceğimiz, bütün olumlu gelişmelere rağmen hala Türkiye'de görmemizin çok da kolay olmadığı böyle bir film çekilebiliyor. Guzman, Atacama Çölü üzerinde yakaladığı iki meselenin belki hiçbir zaman birbiriyle kesişmeyeceğini bilmesine rağmen, onları ustalıkla iç içe sokuyor, türünün bütün gereklerini incelikle yerine getirirken, ajitasyona kaçmadan seyircisini duygusal yönden sarsıyor hem de entellektüel anlamda alışık olmadığımız derecede doyuruyor, düşündürüyor. Tartışmasız bir şekilde son dönemde izlediğimiz en iyi belge-eser olan Işığa Özlem'i yapanları alkışlar, Türkiyemiz'de de bir gün böyle filmler yapılacak olmasını umut ederiz.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Şiir gibi denebilir belki ama şiir asla

        Şiir oldukça sağlam bir görselliğe ve iyi oyunculuğa sahip olmasına rağmen öykünün 2 farklı (şiir ve tecavüz) başlık üzerinden ilerleme çabası tüm güzelliği bozmuş, aslında filmin 2 öyküsü var denebilir, ancak film boyunca bunlar ara sında bir kesişme noktası bulmak çok zor.
         Torununa bakan, yaşamını zorluklarla kazanan  alzheimer'ın başındaki büyükanne bir edebiyat kursuna katılır buna paralel olarak intiharla sonuçlanan bir tecavüz olayında, torununun da içinde bulunduğu 6 kişilik öğrenci grubunun da parmağı vardır, çoğunlukla, büyükannenin şiir yazma tutkusu, hocasının gösterdiği yolda ''doğayı, insanı, hayatı görme'' çabası var filmde, bu çabanın içine de yer yer torunun yaptığından duyduğu vicdan azabı, ölen kıza karşı hissettiği acıma, yakınlık bir yandan da diğer çocukların babalarıyla çocukları kurtarma yönünde yaptığı küçük bir işbirliğinin girmesi söz konusudur. Kimi eleştirmenler bize verilenlerin ötesinde aşkın bir tarafı olduğu, öykünün 2 başlılığından hiç de rahatsız olmadıkları kanısındalar, ben pek de öyle değilim, üstüne üstlük kendinizi biraz zorlarsanız, filme tamamen erkeklerin hakim olduğunu, filmde bahsi geçen sadece 4 kadın olduğunu farkedersiniz, büyükkanneyle görüşmediği kızı ve intihar eden kızla ondan ayrı düşen annesi, filmin son sahnesiyle birlikte, bu çiftler arasında garip bir ''seni çok iyi anlıyorum' bağı kurmak mümkün, filme bu bağlamda bir yönüyle büyükannenin aslında kızını kaybeden anne olduğu gibi zorlama anlamlar yüklemekte de sakınca olmasa gerek, yalnız ne acıdır ki, bir ölçüde yeğlediğimiz anlam boşluklarını bizim doldurma çabamız da biraz abartıya kaçıyor, çünkü karakterlerin geçmişine dair hiç bir bilgi verilmemiş, büyükannenin oradan oraya savruluşu dışında kimdir bu insanlar? cevap yok. Ha birazdan ha şimdi deyip bir şeyler olmasını bekliyorsunuz, ama hiç diyemesek de finale kadar pek bir şeyler olmadığını söyleme noktasına geliyoruz, büyükannenin şiir yazma, doğadan, iham alma, güzelliklere yelken açma çabasına tanıklık ediyorsunuz ancak yaşadığı bu kötü deneyim yüzünden hissettikleriyle şairaneliği arasında film boyunca bir türlü sıkı bağlar kuramıyorsunuz, sanki tecavüz olayı, yapının içine sonradan nüfuz etmiş, filmin kapsamını genişletmeye yönelik bir hareket gibi geliyor, biraz zorlama kokuyor, kimi arkadaşlar bir yandan şiirin büyükanneye güzele giden yolu açmaya çabalarken, öbür taraftan tecavüz olayında dünyanın nasıl da ataerkil düzenin pisliğiyle örülü olduğunu daha iyi farkettirdiğini söylüyor. Kadını sarstığı ve kendine getirdiği gibi yargılarda bulunuyorlar, ama zannımca  gerçeklik payı yok. Zaten epeyce bir yaşa gelmiş kadın göreceğini görmüştür, bu nasıl bir tesadüf ki ihtiyarken böyle bir darbe  yiyiyor, tesadüf bu ya, aynı dönemde de şiire sarılmış oluyor, ikisi artı eksi iyonlardan meydana gelen tuhaf bir karışım oluşturuyor da kadıncağız kurstaki tek şair olup çıkıveriyor. Kızın ruhuna entegre oluyor, filmin sonunda sanırız o da bu dünyadan göçüyor. Şunu da belirtmek lazım şiir dediğimiz sanatların anası olan uğraşıda sözcükler gerçekliğin çok ötesine götürebilir bizi, bu normaldir, beklenir de, şiirin özünde bu vardır, ancak bu film sürreal, formalist ya da metaforların başat olduğu bir estetik çizgiyi de temsil etmiyor. Yönetmen oldukça gerçekçi başlayan bir öyküyü 2 koca yola sokuyor ama ne yazık ki-en azından bize göre- o yolları yeterince geliştiremiyor ve birbirine bağlayamıyor. Açıkçası ben Chang-dong Lee'nin önceki filmlerini henüz izlemedim, onlarla hiç bir kıyas yapamam ancak kötülemek de istemem çünkü ne olursa olsun karşımızdaki kötü bir film kesinlikle değil, sinemanın araçlarına kafi miktarda hakim birinin titiz elinden çıkmış olduğunu farkediyorsunuz, gerçekten filmin adına yakışırcasına, biçimsel olarak ''yalın bir şiirsellik'' hissiyatını izleyicisine aktardığı açık; filmin açılışı, hele finali fazlasıyla etkileyici, ilginç şekilde filmin artılarıyla eksileri de kafa karıştırıyor, eleştirmekte zorlanıyorsunuz, en azından şunu söyleyebilirim ki; önemli potansiyeli olan, tuhaf bir şekilde aldığı senaryo ödülüne rağmen sanki masabaşı çalışmasından kaybediyor film, üzerinde adam akıllı çalışılsa çok rahatlıkla yılın en iyilerinden olabilecek bir filmmiş, ama olmamış, çok büyük bir fırsat kaçmış diye düşünüyorum. Son olarak şunu da yazmazsam çatlarım, Pablo Neruda ile bir postacının dostluğundan yola çıkarak, şiir sevgisi kazandıran İl Postino'yu izlemiş mi acaba Lee dostumuz, filminin adı oldukça iddialı, şiir ne de olsa... Yıldız:* *

30 Haziran 2011 Perşembe

Mutluluğum nerede?

Ukraynalı belgesel yönetmeni Sergey Loznitsa'nın ilk kurmaca filmi ''My Joy(Mutluluğum)'' un yüklü kamyonla seyahat eden bir adamın başına gelenlerden yola çıkarak, Rus kırsalındaki yozlaşmışlık, suç ve şiddet üzerine günümüz portresi çizen son derece ''çarpıcı'' bir film.


         Afişte de görmüş olduğunuz, filmin henüz ilk sahnesi: bir çimento harcı dönüyor da dönüyor, bir adam yerde sürükleniyor ve pat diye harcın içine atılıyor, üzeri de çimentoyla kaplanıyor. Aslında henüz film jeneriği akmadan gördüğümüz bu sahne nasıl bir film izleyeceğimizin de işareti. Daha sonra ise bir adamı takip etmeye başladık, onun kamyonu alıp yolculuğa çıkışı ve yolda başına gelenleri gördük. Ahlaksız, piskopatça bir faşizmi yaşatan ''belge'' delisi otoban karakolundaki polislerden tutun da, etrafta cirit atan küçücük fahişeye, (18 yaşında olduğunu söylese de daha küçük gözüküyor) bir savaş gazisine, ayyaşlara,daha sonra ortaya çıkan başka bir fahişeye bir çok kişi var filmin içinde. Bütün izlediklerimiz ne biçim bir dünyada yaşıyoruz sorusuna acımasız cevaplar veriyor, deyim yerindeyse tokat gibi yüzümüze vuruyor. Filmin haliyle belgeselvari bir yapıya sahip olduğunu belirtmeye gerek yok sanırız, ancak bu tarz filmlerde çok sık görmeye alışık olmadığımız ''flashback'' ve mevsimsel bir zaman sıçraması göze çarpıyor, filmin daha ilk dakikalarından itibaren 2000'lerin Romen sinemasına çok yakın bir tadı olduğu/film estetiğine sahip olduğunu farkediyorsunuz, olaylar ilerledikçe Hanekevari bir etkiye maruz kalmak mümkün, film bittiğindeyse Bresson'un L'argent(Para) isimli şahane filmini hatırlamak da muhtemel, bu arada Romen Sineması demişken filmdeki oyunculardan birinin Cristian Mungiu'nun başyapıtı 4 Ay 3 Hafta 2 Gün isimli filmdeki kötü niyetli kürtajcı  olduğunu, görüntü yönetmeninin de Lazarescu'nun Ölümü filmindeki şahıs olduğunu belirtmeden geçmeyelim, birçok filmle akrabalıklar kurmuşken suç kavramıyla ilintili olarak bu toprakların dahisi Dostoyevski ruhunun bile  filmin üzerinde olduğunu söylersek çok zorlama olmaz herhalde, elbette yönetmen de edebiyatla, filmi arasında bir bağ kuruyor ve Dostoyevski sonrası 20.yy Rus yazarların kurmaya çalıştığı ''mutluluk mekanizması'' kavramının ne kadar da karşılıksız olduğunu göstermeye çalıştığını söylüyor, böylece film boyunca bir türlü anlam veremediğimiz  filmin ismi olan ''Mutluluğum'' kelimesi de anlam kazanmış oluyor.
        Benim sinema sanatına duyduğum tutkunun kaynağı olan yapıtların neredeyse %90'ı Fransa, İtalya ve Doğu Avrupa orijinlidir. En nihayetinde ''Mutluluğum'' bir dönem Varşova Paktı'na girmiş ülkelerin baba filmleriyle tabii ki kıyaslanacak değil, ancak komünizm döneminde de günümüzde de insanlığın akıl almaz bir şiddetle yoğrulduğunu, aslında yönetimler değişse bile özünde değişen bir şeyin olmadığını, insanın canavar kaldığını söyleyen, komünizmin-en azından Rusya'ya- '''mutluluğum''u getirmediğini anlatan, bu yılın (çıkış itibariyle geçen yılın) en sert ve güçlü filmlerinden biri. Andrey Zvyagaintsev'in ''Dönüş''ünden sonra o coğrafyadan çıkmış beklenmedik bir ilk film başarısı.
Not: Bir önceki yazımızda Mike Leigh'nin Another Year adlı filminin Cannes'dan eli boş dönmesinin yadırgandığını belirtmiştik, hem bir ilk film (kurmaca) hem de Cannes'da 'Resmi Seçki'ye alınan ilk Ukrayna filmi olma özelliklerini de barındıran ''Mutluluğum''un ödülsüz dönmesi asıl yadırganması gereken, akıl alır gibi değil. Tim Burton'un şakası diyelim :))) Yıldız:* * *

13 Haziran 2011 Pazartesi

Leigh insanlık hallerine bakmaya devam ediyor



Bana göre İngiliz sinemasının Ken Loach'tan sonraki en önemli yaratıcılarının başında geliyor Mike Leigh. Geçtiğimiz sene ''Altın Palmiye'' için yarışan Another Year isimli filmi, nihayet bizim ülkemizde de gösterime girdi. 2009'un olağanüstü seçkisine kıyasla 2010'un sönük programında, bu film eleştirmen listelerinin en yukarılarında yer almasına karşın Cannes'dan sürpriz bir şekilde ödülsüz dönmüştü, şüphesiz Another Year başyapıt olarak değerlendirilebilecek bir film değil, İngiliz ustanın oyuncularıyla birlikte kotardığı incelikli diyaloglarıyla güç kazanan, tiyatro trüklerine yaklaşan iyi bir film. İnsanlığın gittikçe yalnızlaştığı, mutluluğun lüks kategorisinde değerlendirilebildiği, prozac'ların kutu kutu satıldığı bir gezegende gıpta etmemenin mümkün olmadığı sıcacık bir karı-kocanın dünyasına götürüyor bizleri, bu çift yaşları bir hayli geçkin olmasına rağmen, dayanışma içinde, sevgi dolu dünyalarına yalnız ve kederli arkadaşlarını da ortak ediyorlar. Arkadaşları onların sevgi dolu kucaklarında hayata tutunmaya çalışır, içlerini boşaltır, hayatta akıp gider. En nihayetinde bu sevginin de bir sınırı vardır ve aile öncelikli gelir,  mutsuz bir kadın yüzüyle başlayan film başka mutsuz bir kadının yüzüyle sona erirken, birilerinin mutluluğunun ve iyi niyetinin diğerlerini ne kadar mutlu edebileceği üzerine soru işaretleriyle filmden kalkarız, insanlık hallerini 4 mevsime bölen epizodik yapısıyla, alışıldık bir olay örgüsüne dayalı olmayan, nereye doğru gideceği hiç de kestirilemeyen, aslında hiç de ''dolu dolu sinema'' diyemeyeceğimiz, alabildiğine geveze bu film, her filme nasip olmayacak bir ''diyalog ifade gücü ve ritmiyle'' anlam kazanıyor. Özelde İngiliz yaşamına, bir yerde onun da ötesinde insanlığın sevgi, iyi niyet, arkadaşlık, sınırlar ve tabii ki birilerinin yalnız olabileceği gerçeğiyle/trajikliğiyle yüz yüze getiriyor izleyicisini. Yıldız:* *
İtalya'da bir İranlı
Kiarostami'nin ilk kez ülkesi dışında çektiği Copie Conforme (Aslı Gibidir) izleyicisine bitmemişlik hissi veren, heyecan yaratıcı bir bütünlükten biraz uzak bir film, ancak yönetmenin Resnais, Rosellini, Antonioni gibi Kıta Avrupası'nın ustalarını içselleştirebildiğinin de çok hoş bir kanıtı.
İran sinemasının en saygın ustalarından biri Abbas Kiyerüstemi, bugüne kadar kendi ülkesinin zor koşullarında önemli filmlere imza atmış bir isim, geçen yıl Cannes'da yarışan filmi Aslı Gibidir; İtalya'nın Toskana'sını mesken edinmiş kendine, sanat üzerine bir kitap yazmış erkek karakterle ondan etkilendiği her halinden belli galerici kadın karakteri arasındaki tartışmaları işliyor. Filmin başında yeni tanışan ikili bir yandan sanat üzerine, hayat üzerine tartışırken diğer yandan da ilginç bir şekilde karı-koca rolünü başarıyla canlandırmaya başlıyorlar, filmin adından da,erkek karakterin savunduklarından da anlaşılacağı üzere sanat eserlerinin kopyaları orjinalleri kadar değerli olabiliyor, belli ki İranlı usta filmini bunun üzerine kurmuş, nitekim sinema da bir sanat eseri, belki daha önce çekilmiş, sinema tarihine geçmiş filmlerin bir nevi kopyalarını bugün yeniden çekiyorum, işte bakın orjinalleriyle arasında pek de bir fark yok demek istiyor gibi, ayrıca filmdeki ikilinin kısa sürede kendilerini 15 yıldır evli bir çift olduklarına inandırması, haliyle bizi acaba tuhaf bir oyun mu oynuyorlar yoksa gerçekten evlliler mi diye düşündürmesi de işin başka bir boyutu. Filmin, sinemasal anlatım gücünü çoğunlukla hararetli diyaloglarla kazandığını belirtelim ve izleyicisiyle her duyguyu içten paylaşan Julliette Binoche'a bir parantez açalım. Kanımca Antonionivari bir film var karşımızda ama Ortadoğulu bir yönetmenden, yarattığı diyaloglarla izleyicisini ufak entellektüel yolculuklara çıkaran, sanat eserinin orjinalliği üzerine düşünmesine imkan tanıyan sıcacık bir liman bu, tabii bu liman filmin taşıdığı mesaja uygun biçimde İran sinemasına has gerçekçilikten uzak, biraz yapay, bu yılın çok güçlü İran filmi Bir Ayrılık'ın oldukça gölgesinde kalsa da hoş bir seyirlik. Yıldız:* *
Ken Loach'tan sert vuruş
Geçen sene festivalde gösterilen 'Looking for Eric' ile insana karşı olan inancımızı tazeleyen, umut dolu bir filmden sonra bu sefer 'Route İrish' ile alabildiğine acımasız... Irak Savaşı'ndaki paralı askerliği kurcalıyor, çok fazla para kazanmak için bu işe başvuran ve belki ordunun yaptıklarından bile daha fazla pisliğe, acımasız katliamlara başvuran insanların hikayesini, özel şirketlerin nasıl kirli işler çevirdiklerini anlatıyor, sinemasında yeni arayışların sezildiği zevkle izlenen bir filmle gerçekleştiriyor bunu. Belki tek eksisi, olayların arka yüzünü mizansende göstermekten ziyade sık sık diyaloglara boğması, izleyende sıkıştırma bir film hissiyatı oluşturması... Her halükarda 74 yaşındaki usta hiçbir şekilde politik çizgisinden taviz vermediği bu eserle alkışlanıyor. Yıldız:* * *
Geçen senenin yıldız tablosu:
1- DAS WEİSSE BAND / BEYAZ BANT (Michael Haneke) * * * * *
2- UN PROPHETE / BİR PEYGAMBER (Jacques Audiard) * * * * *
3- KİNATAY/ KATLİAM (Brillante Mendoza) * * * *
4- LEBANON / LÜBNAN (Samuel Maoz) * * * *
5- LA REFUGE / YUVA (François Ozon) * * *
6- EDEN A L'OUEST / CENNET BATIDA ( Costa Gavras) * * *
7- FİSH TANK / AKVARYUM (Andrea Arnold) * * *
8- ÇOĞUNLUK (Seren Yüce) * * *
9- BRİGHT STAR / PARLAK YILDIZ (Jane Campion) * * *
10-LOOKİNG FOR ERİC / HAYATA ÇALIM AT (Ken Loach) * * *